YOZ
Şimdi, bu yazının sana bir şey katmasını bekliyorsan eğer,
bu yalnızca sana bağlı. Neden mi? Çünkü bahsedeceğim konu, senin hangi yönde
olduğun ile alakalı. Senin yönünden kast ettiğim şey; hangi coğrafyada doğduğun,
nasıl bir ailede yetiştiğin, hayattan ne anladığın, enerjini ve zamanını nasıl
şeylere harcadığın? Ben, senin bu özelliklerini bilmiyorum, fakat tüm bu
bilinmeyenlere rağmen seni sen yapan tüm bu gerçeklerinin nasıl da özünü, seni
oluşturduğu konusunun cümlelerle ne güzel de ifade edilebilir olduğunu
biliyorum. Şöyle ki, her insan, doğduğu topraklardan, oraya ait kültürden ve o
kültüre ait yaşam tarzından izler taşır. Bu izler öyle yoğun öze işler ki, yaşamının
çoğunu başka bir coğrafyada geçirse dahi silinmeyecektir. Kimisi, bu izleri yoğun
taşırken; kimisi de, daha az yoğunlukta taşır; ama mutlaka taşır. Yani demem o
ki, nerede doğmuş, hangi kültürden gelmiş olursan ol, geldiğin yer, sendeki
izdir ve çok da değerlidir.
“Urfalı bir ailenin İstanbul’a göç hikayesi” yazsam, pek
çoğunuz bir varoş kültürü hayal edeceksiniz biliyorum. Hatta pek çoğunuz, birkaç
çuvala tıkıştırılmış eşya; burun akıntısı silinmemiş, öylece dudakları üstünde
kurumuş çocuklar; muhtemelen gri ya da kahverengi kumaştan, bel kısmı kemerle
sıkıştırılmış pantolonunun kendisine iki beden büyük geldiği, bıyıklı ve kirli
sakallı bir adam; başörtüsünü düzeltmeyi tik haline getirmiş, giydiği şeylerin
rengine, desenine takılmayan ve hatta onları edinebildiği için kendini şanslı
sayan bir kadın hayal edeceksiniz. Fakat bu hikaye öyle değil, en azından benim
anlatacağım Urfalılar böyle bir hikayeye sahip değil ve de hiç olmadılar.
Babadan kalma işlerini İstanbul’a taşımış, iyi kazanan bir
şirketin sahibi, geleneksel yapıdaki Urfalı bir ailenin hikayesi bu. Doğdukları
topraklara has, o toprakların orijinal alışkanlıklarına sahip güzel insanlar.
Fakat içine düştükleri bir başka mücadele ve mecburiyet gördükleri olayların da
tanığı olmak, beni günlerdir meşgul eden bir şaşkınlıkla zihnimdeki yerini
almış oldu. Bu hikayeyi yazmazsam olmazdı, çünkü kalbimde bir yerde değil bu
kez, aklımda bir yerde canım yandı.
Yeni bir şehir, yeni yaşam, yeni ev ve kim bilir ne çok yeni
hayaller ile buradalar. Bir kısmını bilsem de, çok da özellerini yansıtmak
istemiyorum elbette ki. Yalnızca beni meşgul eden kısmını anlatıp, çekileceğim
huzurunuzdan.
Doğu kültürünün en dinamik yapısından ikisi, aşiret olmak ve
çok çocuklu bir ailede dünyaya gelmek. Coğrafi koşulların, zor yaşam
şartlarının belki de mecburiyeti olan bu çok olma hali, şehir yaşamına birkaç
nesildir adapte olan ailelerde bile devam ediyor. Kalabalık olma güdüsü; güdü
diyorum, aslında özünde bir güdü; çünkü sayıca üstünlük, güçlü olma hali başka
şekilde görünür hale gelmiş olsa da, günümüz koşullarında da terk edilemez
durumundan uzak değil. Fakat bu kez doğaya, coğrafyanın zorlayıcı şartlarına
karşı değil de, toplum içinde güçlü olma halinden dolayı. -Bir ıslıkla, köyü
çağırırım- güvencesinden. Gerekli mi? Olmazsa olmaz mı? Batıdaki insan için
oluyor işte, doğudaki insan için neden olmaz? İşte, yazının başında da dediğim
gibi, bölge kültürü ve bu kültüre ait algı.
Bu güzel aile, İstanbul’da şahane bir daire satın alıyorlar
ve bir de villa. -Neden iki tane yaşam alanı?- diyeceksiniz, çünkü nüfus
kalabalık ve Urfa’dan gelen-giden trafiği yoğun. Villayı bu trafik için, evi de
büyük ağabeyin çekirdek ailesi için yaşam alanı olarak kullanmak niyetindeler.
Allah gönüllerine göre versin her daim, derdim onların nerede nasıl yaşayacağı
değil elbette. Özenle tercih edilen mimarlık firması, özel dekorasyon, özel
tasarım mobilyalar ve özenle seçilen aksesuarlar. Dairenin dekorasyonu klasik
tarzda ve haliyle aksesuarlar da. Yalnız aksesuarların tedarikinde yaşananlar,
bende filmin koptuğu nokta oluveriyor. Urfalı bir ailenin o dekorasyona yakışan
bakır aksesuarların kullanmasını beklemek ne de mantıklı bir yaklaşım olurdu
değil mi? Fakat öyle olmuyor, sırf iyi markaların aksesuarlarını edinmek için
bakır detaylar taşıyan ve muhakkak pahalı seçimler yapılıyor. Oysa geldikleri
şehir, bu işin altın anahtarını koynunda taşıyor. Fakat en korkutucu nokta ise,
şimdi ismini buraya yazamayacağım birkaç markadan alınan tabaklar ve çay
takımları. Çünkü bu yemek takımları ve çay takımları İngiliz tasarımları ve de
ortalama ederi adet başına iki bin dört yüz dolar civarında. Yani on iki
kişilik bir takım için minimum otuz bin dolar bedel demek. Beni şaşırtan şey bu
bedel de değil aslında, bu bedel, onlar için mantıklı olabilir, sözüm yok; konunun
devamı var.
Alışveriş yaparken hanımefendinin bir cümlesi vuruyor beni. O
markaya ait İstanbul’daki en büyük mağaza için, “Bu mağazada çeşit çok az,
Urfa’daki mağazada daha çok çeşit ve trend ürünler var” diyor ve ekliyor,
“geniş ailede var olunca, biz bunlardan edinmek zorundayız; aksi halde olmaz,
hemen her birimizin evinde vardır bu takımlardan ve biz ikramlarımızı bu
takımlarla yaparız.” Yani benim anladığım, bu iş onlar arasında bir statü
göstergesi, hatta mecburiyet ve pek tabi o bölgede de kabul gören bir değerleme
olmuş ki, aynı markanın mağazaları bile bölgede daha gelişmiş durumdaymış. Ben
bu duruma oldukça şaşkınım aslına bakarsanız.
Tüm bunları öğrendiğimde, benim bakış açımla aklımın almadığı
birkaç cümle yerleşti beyin loplarımın bir yerine ve zavallı beynimin
kıvrımlarıma dolaştı, düğümü çözemiyorum.
İngilizlerin sütlü çay için ürettiği geniş ağızlı fincanla,
Türk alışkanlıklarına göre, sıcak içilen bir çay nasıl ve niçin içilir; ben
bilemedim. O çay hızlıca soğumaz mı? Urfa gibi geleneklerine bağlı, hatta o
bölgelerde kaçak çay harici çaya bile burun kıvıracak kadar alışkanlıklarında
sabit bildiğimiz Urfa'da mı oluyordu tüm bunlar?
Aklıma çocukluğumda pek çok evde vitrin süsü olarak
kullanılan kristal takımlar geldi. Hemen her evde var olan likör kadehleri…
Hah, şimdi çok gülüyorum, bizim kültürümüze likör çok da hâkimdir ya; olmazsa
olmazımızdır. Ya da viski takımları… Bir Türk ailesi onu da hemen her gece
tüketir veya akşamüstleri her Türk, viski içerek komşusuyla yarım saat,
bilemedin kırk beş dakika kısa sohbetler yapar. Pek çoğu hiç kullanılmamıştır
bu kristal takımların. Bir bardağın vitrin süsü olması nasıl bir mantık, hiç
anlamadım ki ben. Viski, likör vs… varsa o insanın yaşamında söyleyecek sözüm
yok elbette, ne ala, fakat böyle zevkleri olmayan insanların da evinde, üstelik
başköşede olan bu eşyaları edinme mantığını asla ama asla anlamış değilim.
Bu güzel Urfalı ailemizi de dolayısıyla anlayamıyorum. Sabah
kahvaltıda ciğeri dürüm yapıp yiyen, hatta pek çok öğünde yemeği ekmeğine
düren, bakır kabından köpüklü ayranını yudumlayan, bağdaş kurup sedire oturan,
kendine has şivesiyle güzel sohbetler eden, isotsuz masaya oturmayan, uzun hava
söyleyen, sıra gecesi yapan, sini ile ortaya yemek getiren, kebabını dünyaya
tanıtmış güzel, samimi insanlar değil miydi Urfalılar? Ne ara İngiliz
markalarının müptelası oldular da, kaçak çaylarını demleyip, o geniş ağızlı
fincanlarda içer hale geldiler? İngiltere’de falan değil üstelik kendi
memleketlerinde bunu şatafat olarak tanıdılar da, ne zaman bu karmaşaya
düştüler?
Büyük ailenin diğer bir ferdinin, bu takımların parçalarını
ikinci el olarak edinmek için online satış platformları üstünden, oradan
buradan topladığını duyunca da, -yok artık- dedim kendi kendime.
Düşünüyorum da bizde tuhaf bir durum var. Yıldız Sarayı’nı
(Şale) çoğu insan bilir; bilmeyen de varsa gitmelerini tavsiye ederim. Orada
bir porselen üretim yeri olduğunu da bilirsiniz; Yıldız Porselen. Sadece burası
da değil ki, Osmanlı döneminde Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde,
ilk konakladığı yer olan Tekfur Sarayı (sonraki adı bu, eski adı Konstantin
Sarayı), sonradan bünyesinde barındıracağı cam, seramik ve çömlek atölyeleri ile
oldukça değerli; dahası Kütahya’nın harika el işi çinileri; Gaziantep’in meşhur
bakır ustalığı ve daha nicesi. Oysa biz bu eşsiz üretimlerimizi geliştirmek
yerine yüzyıllardır başka ülkelerin üretimlerine ilgiliyiz. Bu, yeni bir durum
değil yani. Çocukluğumda hatırlıyorum ben, Çin porseleni furyası vardı, kim
bilir kaç yüzyıldır süregelen furya idi, bilmiyorum ki. Çin, porselende yüzyıllardır ileride ve özel
üretimlere sahip ve elbette İngilizler de, fakat bizim de çok nadide
eserlerimiz var. Paşabahçe markasının özel seri üretimlerini yeri gelmişken
kutluyorum. Fakat Urfa gibi kadim kültüre sahip bir şehrin insanlarının
kuracağı sofraya da o ithal markalı porselenleri yakıştıramadığım gibi, bunu
son derece büyük bir görgüsüzlük olarak görüyorum. O markalı tabaklarda kebabı,
sumaklı soğanı düşünmeye tahammül edemiyorum; bakır tabaklarda, keyifle yemek
dururken. Hele hele çay gibi geleneksel bir içeceği, o fincanlarda görmeye katlanamıyorum.
Ah bu zenginlik algısı sayılan, popüler kültür aracı
eşyalar. İngiliz’e de üzülüyorum, çünkü o da kendi kültürünü olmayacak, yer
bulmayacak bir kullanıma sırf para için pazarlamış oluyor. İngiliz ile
aramızdaki büyük farksa şu; ona asla kendi kültürü dışındaki bir şeyi
yaptıramazsın. O, en azından almıyor, satıyor. Kendi kültürünü, yaşam tarzını
koruyor, üstelik bizler gibi görgüsüz para sahiplerinin ödediği dolarlar ile
hem de yüzyıllardır.
Tuhaf hallerimiz, kültürümüzü kendi elimizle itme, öteleme
çabamız çok şaşırtıcı boyutlarda aslına bakarsanız. Örneğin Bodrum, o güzel Ege
kasabasının son zamanlarda geldiği nokta; Bodrum’a has sokaklar, binalar, balık
restoranları gitti, yerine tuhaf, oraya ait olmayan bir saçmalıklar örgüsü
kondu. Pek çok restoranın menüsü saçma sapan bize ait olmayan yiyeceklerle
dolu. Sokaklarda yükselen müzikler, yeni beton yığınlarının ne kadarı Bodrum’a
ait? Biz, neden utanırız ki kültürümüzden? Oysa o, en güzel turizm enstrümanı
değil midir? Karşı kıyıdaki komşunun
kültürü bize iyi gelir, bu kıyıdaki Bodrum’u kendi elimizle bozarız. Bir de
aşağılarız -küçücük Yunanistan- diye. Orijinal haliyle koruduğu her şeyi
görülmeye değer buluruz, ama kendimize gelince orijinallik bozar bizi. Her
ülkenin kültürünü yaşamak isteriz, önemseriz, merak ederiz; kendi ülkemizde yok
ederiz. Başkasınınkini ballandıra ballandıra anlatırız; kendimizinkinden
kaçarız; sanki saklanılacak bir şeymiş gibi. Oysa şahanedir bu ülkenin kültürel
zenginliği.
Yozlaşma her hücremizde var artık ve kültürümüz korkutucu
bir biçimde bozuluyor; Doğu da, Batı da fark etmiyor. Bu yazıya denk gelen,
kültürün yozlaşmasında katkıda bulunan bu tarz insanlar olursa eğer, kültürün
ne demek olduğunu hatırlatmak istiyorum. “Kültür, bir toplumun duyuş ve düşünüş
birliğini oluşturan, gelenek durumundaki her türlü yaşayış, düşünce ve sanat
varlıklarının tümü.”
Yıllar evvel Bakü’de, henüz Türkiye’de olmayan üst segment
arabalarından parmak arası terlikle inen, çekinmeden yere tüküren insanları
görünce üzülürdüm. Şimdi, bizim halimize bakıyorum da, o insanlara şaşıran ben,
başımı çevirip uzaklaşıyorum, üstelik kendi ülkemde. O gün gördüklerimi
unutmaya çalışıyorum ve bu artık öyle sık oluyor ki, hemen her gün. Hemen her
gün, bu yoz halimize üzülüyorum. Biz kültürümüzü kaybederken beraberinde pek
çok değerimizi de yitiriyoruz, üstelik bir izmarit gibi üstüne basarak, ezerek.
Hiçbir paranın satın alamayacağı kadar pahalıdır kültür; değil zerresini,
üstündeki tozun tanesini binlerce dolara alamazsın.
E.E
👏👏👏 güzel derlenmiş bir yazı 💙
YanıtlaSilTeşekkür ederim 😊
SilKendi bölgesel kadim kadim kültürlerimizi içtenlikle dile getirmen, yozlaşmanın kültürleri orjininı kaybettiğini, toplumu da giderek yozlaştırdiğını yaşadığımız dünyada daha iyi görmekteyiz.
YanıtlaSilBizim güzel kültürümüz çok değerli, sizin yorumunuz da öyle, teşekkür ederim 🙏
SilMerhaba Evrim hn.gerçektende ne kültür kaldı nede medeniyet heleki bundan sonraki süreç dahada kötüye gitmekte güzel Türkiyemiz toplanma merkezine döndü.kontrol edilemezse zamanla bu yozlaşma kültürümüzü değerlerimizi yok sayacak.Tebrikler akıcı bir dille kaleme almışsınız , başarılarınız daim olsun 🙏 👏💙
YanıtlaSilÖzümüzü koruyamazsak, kimliksiz kalırsak, kaybettiklerimizi kazanmamız çok ama çok zor elbette. Her birimizin evimizin kapısını kilitlemek misali üstümüze düşenlerimiz var. Çünkü kültür, sahip çikıldıkca geleceğe aktarilabilendir. Kıymetli yorumunuza sonsuz teşekkür ederim, güzel yarınlar dilerim.
SilGeçekler atık içimizi acıtır hale geldi, biz kendi içimizde bile halledemediğimiz kültür farklılığını diğer gelen taraflar sebebyle halledemiyeceğmiz kesin, teşekkürler, farkı fark ettirenlere
YanıtlaSilOkuyan, değerlendiren size sonsuz teşekkür ederim. Kayıplar evet çok can yakıcı. Değerli katkınızdan mutluyum, güzellikler dilerim.
Sil