BİRLİK ve AYRIŞMAK

 



Birlik, inançtan doğarken; düşünce, ayrışmak demektir. Düşündükçe yalnızlaşır insanlar. Bu yüzden tarihe bakın, düşünce temelli tüm sistemler dağılmıştır. Oysa inançla temellenmiş tüm yapılar daha uzun solukludur, çünkü inanç, her şekilde kolay yönetilebilendir. İnancın temelinde duygular vardır. Düşünce duygudan bağımsızdır.

İnançlar yani duygular sıradan insanlarda bile daha kolay biçim kazanırken, düşüncelerin anlaşılması için entellektüel birikimin oluşması gerekir. Dolayısıyla düşünce, kişi veya kitlelerin kendi birikimleri temelinde oluşacağından, bir düşünce ancak başka bir düşünceyle reddedilebilir veya kabul görür. İnançta düşünmek yoktur; inanç ya vardır ya da yoktur. İnanç, sosyal olarak yaşanırken, düşünce bireyseldir. Dolayısıyla inanç, daha büyük kitleleri barındırır. Her türlü inanç buna örnek gösterilebilir; dini inanç, milli inanç, bir kitleye inanç, bir akıma inanç veya futbol kulüplerine inanç gibi. İnsanların bu tip bir birliktelikte düşünmesine gerek yoktur. Gönül bağı ve aidiyet yeterlidir. Bu da daha hızlı örgütlenmeyi getirir. Dünyayı yöneten yapılar, inanç temelli kitleleri severler, çünkü bu biçimde daha etkin bir yönetim mümkündür. İnanç, kaynağı itibariyle, zaman içerisinde form değiştirse bile kitle oradadır ve itaatkardır. İnancı yüksek kitleleri yönlendirmek dolayısıyla kolay ve hızlıdır.

Düşünce ise inanca göre bireyseldir ve düşünebilmek, sistematik icerisinde mümkündür. Aksi bir biçimde yapılan düşünme eylemi kafa karışıklığından öteye geçmez ve bir sonuca ulaşmayacaktır. Düşünmek, birikim gerektirir, gözlem, analiz ve süzme yetisi gerektirir. Sebeplerin irdelenmesi ve sonuca varmayı gerektirir. Bu insanlar tarihte de görüleceği üzere yalnızdırlar; büyük düşünürler, bilim insanları, sanatcılar, yazarlar... Üstelik bu insanların hiçbirisi yalnızlıklarından da şikayetçi değildir. Tam tersine, yalnızlıkları onlar için düşünmeye, gelişmeye ve daha fazla bilgi edinmeye fırsattır. Düşünen, yoğun düşünen insanların kitleyle işi olmaz. Düşünme eylemi başlıbaşına bir iştir ve yoğun bir temel gerektirir.

Bu sebeple geleneksel bir biçimde ve katı dini inanca sahip olanlar filozofları sevmezler. Antik Yunan donemi, Ortacag Avrupası ve eski dönem İslam coğrafyalarına bakıldığında toplumları yönlendiren, dini temel alan kişilerin, filozof ve bilim insanlarını aşağılayan, dinden çıkmakla suçlayan ve kitleleri de düşman eden tavırları, her din ve kültür için ortak düşmanlıklardır. İslam coğrafyalarında bir filozof görüşünden faydalanacak ise ona "ulema" denmesi de ayrıca bir yumuşatma eğilimidir. Çünkü İslam dini de diğer dinler gibi flozofları, dini reddedenler olarak görür.

Düşünmek eylemi, tarih boyunca insanın, insandan en çok korktuğu, çekindiği eylem olmuştur. İnanç temelli yapılar, sıklıkla düşünen insanları cezalandırmış ve hatta yaşamına son vermişlerdir. Çünkü akıl ve vicdan ile oluşması gereken hukuk, çoğunlukla usuller üzerinden bir düzene sahip olmuş, bu da düşünmeyi kendi temelinde dışarda bırakmayı gerektirmiştir. Özellikle din esası üzerine kurulmuş mahkemelerde usul esastır. Sokrates'ten  Galileo'ya,  Farabi'den yaşamı mahvedilen Tesla'ya kadar pek çok düşünür ve bilim insanının yaşamına ya son verilmiş ya da şaibeli ölümlerle anılır olmuşlardır. İdam kararları, o günlerin hukuku içerisinde verilmiş kararlardır ve usul dikkate alınarak hükmedilmişlerdir.

Yazının son bölümünde, pek çoğunuzun bildiğini düşündüğüm iki benzer hikayeye atıfta bulunmak isterim.

Marie Curie, 1867, 1934 yılları arasında yaşamış çok değerli bir fizikçidir. İki Nobel ödülüne sahiptir, birisi fizik, diğeri kimya alanındadır. En önemli çalışmaları radyoaktivite ile ilgilidir. Bu olağanüstü bilim insanının başına gelense akıl almaz bir inanç uğrunadır. Fransız Bilim Akademisi'ne yöneticilik yapan kurul tarafından -ki bu insanlar bilim insanıdır- kabul edilmeyen Marie Curie, "erkek egemenliğine inanmış" meslektaşları tarafından reddedilmiştir.

Yine aynı şekilde Dünyanın çekirdeğini bulan matematikci ve jeofizikçi Inge Lehmann da (1888-1993), büyük dahi Niels Henrik David Bohr, tarafından akademiye kabul edilmemiştir. Bu reddediş, aynı inanışa, ya da öğrenilmemiş cinsiyet eşitliğine bağlıdır. 

Uzun lafın kısası, işi "düşünmek" olan insanlar bile söz konusu örf, gelenek ve usul olunca düşünmeyi bir kenara bırakmaktan en ufak bir tereddüt göstermemişlerdir. 

Bu örnekler inançta düşünme eyleminin olmadığına dair iyi iki örnektir. Çünkü düşünme eylemi gercekleşmiş olsaydı, aklın cinsiyetinin olmadığını göreceklerdi. Fakat ne yazık ki, düşünme eylemi meşakkatli bir yoldur ve bu bilim insanları için de görülüyor ki, bilimsel konularda düşünmek, genele dair de düşünme sistematiği için yeterli değildir. Yalnızca filozoflar ve sanatçılar bu tutumun dışındadır. Fransız Bilim Akademisi bilim insanlarının, inandıkları cinsiyetçi tutum, onlar için bir kadının karşısında "güvenli çoğunluğu" yaratmıştır. Erkek egemenliğe inanç, cinsiyetçi bir yaklaşımla bu kurumun belki de en büyük ayıpları arasında ilk yerini almıştır. Belki de, rekabeti kendi lehlerine tutma güdüsüydü kimbilir?

Düşünmek; insanın, insan yanı için çıktığı muazzam yolun birinci sınıf biletidir; pahalıdır, ama en öndedir.


E.E

Yorumlar

  1. Harika bir yazı olmuş. Ellerine yüreğine sağlık. Herkesi düşünerek, mantıklı sonuçlara varmayı davet ediyoruz....

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim, fakat ne yazık ki herkes düşünmez. Sıradan akıllar için düşünme eylemi karışık ve yorucudur. Bu sebeple ki, yazdığım gibi düşünmek gerçek bir ayrışmadır. Felsefe gözüyle bakıldığında, hep böyle olmuştur da.

      Selam ve sevgiyle,

      Sil
  2. "Çünkü düşünme eylemi gercekleşmiş olsaydı, aklın cinsiyetinin olmadığını göreceklerdi" teşekkürler, her inanç için de düşünmeden körü körüne katılmak insana zarar verebilir.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

SANDIK (podcast)

KIZILCAGÜN (podcast)

HOŞÇA KAL (podcast)