FABRİKA KAPISI
Her sabah
olduğu gibi bu sabah da daha gün aydınlanmadan saat çalmaya başlamıştı. Sabahın
beşinde o yataktan kalkmak oldukça şiddetli bir işkenceye dönmüştü. Uzun süredir
hafta sonu dahil, durmadan çalışıyordu; çok yorgundu ve kalkmaya isteksiz.
Saati ertelemek ise göze alamayacağı bir riskti. Birkaç sefer bu sebeple
kaçırdığı servis ve o servise taksiyle yetişme çabası aklına gelince, çaresiz
kalkardı o sıcacık yatağından. Yine öyle olmuştu, çaresiz doğruldu yattığı
yerden ve öylece oturdu yatakta. Bir hamle daha gerekliydi iyice kalkabilmek
için, var gücüyle zorladı kendini.
Üzerine bir şeyler
geçirdi ve üşümekten korkarak, bir de hırka giydi üzerine. İşte yine bir
maraton daha başlıyordu. Çok geçmeden aşağıda, binanın kapısının önünde buldu
kendini. Hava karanlıktı, sokak bomboştu ve oldukça soğuk bir gündü. Ne vardı
çalışmak zorunda olmasaydı, canı ne zaman istiyorsa ya da uykusu bitince
uyanmak gibi bir lüksü oluverseydi ama bunları düşünmek nafile diye geçirdi
içinden; servise binmeli ve işine gitmeliydi.
Fabrika
servisi şehir meydanından, çarşıdan ve Muratlı yolundan personeli alır, öyle
her yerde durmazdı. O duraklar sabahları insan dolu olurdu, yarı uyanık, yarı
uykulu insanlar ya da insansı makinalar. Günaydın demek otomatik bir eylemdi
çünkü herkesin aklında bir koltuğa ilişip uyumaktan öte pek de bir şey yoktu.
Fabrika
servisleri eski hatta kendisinden çok daha yaşlı otobüslerdi. Kalorifer
sistemleri bir ihtiyarın homurtulu akciğerleri gibi çalışır, bir türlü de ayar
tutmazdı. Otobüsün ya ön tarafı ya da arka tarafı daha çok ısınır, kalan
tarafsa asla ısınmazdı. Kış, yaz demeden şikayet edilesi bu yaşlı otobüsün şoförü
de en az kendisi kadar bezgindi. Otobüs, şehirden ayrıldığı anda büyük bir
sessizlik çöker, kimse birbiriyle konuşmazdı, ta ki fabrikada tekrar
karşılaşıncaya dek.
İşte yine
böyle bir sessizlikte yol alırken, uykuya daha fazla direnemeyen gözlerini
kapattı. Otobüsün fazla ısınmış havası, insanların nefesiyle tuhaf bir kokunun
ve oksijensizliğin içinde, uykuya boğulur gibi dalmıştı. Yarım saat sürecek bu
yolculukta, en büyük lütuf, her gün fakir kalan uykusunu doyurabilmekti elbette
ki, ne kadar doyurabilirse.
Otobüs, fabrikaya girmek için anayoldan sağa doğru sert bir manevra ile dönerdi. Bu manevra uykunun sonu demekti. O kısa süreli ve tatlının kenarından akan şerbet misali hissettiren uykudan uyanmak ise, yataktan kalkma gayreti kadar zordu. Zor da olsa çaresi yoktu; bir şekilde o koltuk da aynen sıcak yatak gibi terk edilmeli ve aklıyla, bedeniyle tüm varlığı patronun kurduğu bu tesise teslim edilmeliydi.
Fabrika
girişinde büyük bir anıt gibi güvenlik kapısı ve sütunlar vardı. Giriş bölümünün
dışında kalan büyük boşluğa otobüsler yanaşır ve mesaisi başlayacak personeli
bırakır, mesaisi bitenleri alır ve geldikleri yerlere dönerlerdi. Onlarca
otobüs, her gün, günde üç kez aynı şeyi yaparlardı. Bu fabrika ritüeliydi
değişmezdi. Bölgedeki her fabrikanın önünde, aynı şekilde yüzleri solgun,
yorgun insan kalabalığı, fotoğrafın değişmez parçası hatta fabrikaların varoluş
sebebiydiler. Öyle ya, insanlar olmasa ne işe yarardı bu beton kaleler? Başka
insanlar için, birilerinin varlıklarıyla onurlandırdığı beton kalelerdi onlar.
O gün, güvenlik girişinden otobüslerin park ettiği alana kadar uzanan, kalabalık bir kuyruk ilişmişti gözüne. Her gün gördüğü simitçinin, börekçinin el arabalarının önünde ve alışık olduğu kuyruktan daha büyük, daha başka bir kuyruktu bu. “Eyvah” dedi içinden, “yine mi?” Evet yine oluyordu ve yine o derin karanlık çökmüştü içine. O karanlık tüm hücrelerine işler ve birkaç gün terk etmezdi bünyesini. Gözleri o kalabalığı taradı hızlıca, kimler var diye iyice seçmek istedi.
Yılda en az
iki kez denk geldikleri bu kuyruk, acı gerçekle yüzleşme haliydi. Toplama kampı
önündeki kalabalıklar misali, bu insanlar da, bir amaç için, bu şekilde, giriş
önüne zoraki olarak diziliyor, içeri alınmıyorlardı. Sebep ise belliydi, toplu
olarak işten çıkarılma.
O kuyruğun
önünden geçerken insan, ne yapacağını bilmezdi. Günaydın dense uymaz, geçmiş
olsun dense olmaz, hayırlısı böyleymiş denmez, sözcükler dudaklardan bir türlü
dökülmezdi. Başını öne eğip geçsen, yine olmazdı. Daha dün kahve içtikleri
Erdal’da oradaydı, iki gün evvel kalite kontrolü için minnettar olduğu Aysel ve
ram yardımcı operatörü Hasan. Şimdi ne yapmalıydı acaba? Yok sayamaz ama bu
insanların utanmış hallerini de iyice açığa çıkaracak bir şey yapılamazdı.
İçinde garip bir isyan ile mecburen, arkadaşlarının alınmadığı o kapıdan içeri
girecek ve o kapının refahı için var gücüyle çalışacaktı, çaresizce. Çaresizlik,
kendinden ziyade sitemdeydi. Oradan, o hırsla ayrılsa, başka bir fabrikaya
geçse, yaşayacakları yine aynı idi. Yüreği biliyordu ki, fabrika değildi olmak
istediği yer. Orası dişleri sivri, pençeleri kalın, etini, kemiğini kurutan bir
hayvan gibi sömürürdü bedenleri. Çalışma alanı açısından, belirli bir konfor
sunmadığı gibi; makinanın dişlisinden farksız bir algıyla bakarlardı insanlara.
Devasa makinaların arasında kaybolan minicik insanlar; teriyle, tırnağıyla
devleşir çalışırken ama işten çıkarma mevsimleri geldiğinde böcek misali
ezilerek, içeri bile alınmazlardı. Sorsan bu bir güvenlik önlemiydi ama o
insanların güven adına tüm duvarları yıkılırdı. İçeri alınmayacağını girişte
öğrenen personel, kağıt beyazına dönen rengi, başından aşağı boşalan kaynar
sularla, buz gibi terler dökerek, ayazda, sabahın 6.30’unda servis
otobüslerinin park alanında sıraya girerken, uzayan o kuyruk, servisten inen
herkes için oldukça korkutucu ve travmatik bir hal alırdı.
O gün, o da,
çaresizce girdiği kapıdan, yerine gidinceye kadar, attığı her adımda şu
soruları soruyordu:
Neden
kapının önünde, neden içeride değil?
Neden
böylesine aşağılayıcı, neden bir teşekkür ve veda ile değil?
Bu
insanların işten çıkarılma sebepleri sıradan, yapıştırma sebepler; neden bir
suçlu gibi?
Bu nasıl bir
sistem?
Bu sistemin
parçasıyım, utanıyorum.
O gün,
karşılaşan her personel, topluca işten çıkarılmayı konuşur; falanca da varmış,
filancayı da gördüm gibi cümleler kurulurdu. Bu da fabrikanın diğer ritüellerinden
biriydi. Uzun süredir çalışanlar aldırmaz, hatta duygudan arınmış cümleler
kurarlardı. “Amaaan, biri gider biri gelir, alışın bu duruma, biz neler gördük”
derlerdi. Bu tarz cümleler o anki kasveti bir sünger misali emer ama yerine
ferahlığı koymaz, koyamazdı. Sadece, içinde bulunulan duruma, soğuk bir
perspektiften bakabilme yolunu açardı.
Nitekim o da,
yıllar sonra benzer cümleleri kuranlardan olmuştu. Hatta zaman öyle enteresan bir
dönüştürücü idi ki, yıllar içinde işe giderken, ruhunu götürmemeyi ve
aidiyetini ruhuna teslim edip, evde bırakmayı öğrenmişti. Fabrikada çalışmak,
diğer iş yerlerine benzemezdi, ruhun da seninle işe gelirse öyle çok yanardı ki
canın, bu katlanılmaz durumdan kurtulmanın tek yolu, o beton kalenin tuğlaları
gibi taşa benzemekti. O da böylece evrildi, fabrika denilen büyük
törpüleyicinin duvarları arasında.
E.E
Canın kızım, çalışma hayatının can yakan , o denli de insan benliğini, onurunu yok eden acımasız sisteminin işleyişini çok içten dile getirmişsin. Yüreğine sağlık. Candan kutlarım.
YanıtlaSilTeşekkür ederim 🙏
SilKaleminize yüreginize sağlık
YanıtlaSilTeşekkür ederim 🙏
SilAh beni o günlere götürdün. Okurken sanki yine o otobüsteydim ve çıkış kuyruklarının arasından geçiyordum.
YanıtlaSilO fabrikaları biz mi yaşatıyorduk yoksa o mu bizim hayatımızı etmiyordu hala çözemedim.
Sevgiyle kal...
Çok enteresan bir biçimde kalbime, aklıma kazınan olaylardan birisiydi bu olaylar fakat eminim, her birimizin hisleri ortak.
SilFabrikalar...
En sevdigimse seni tanıma kısmı. İyi ki varsın dostum. 🙏
Eski Türk filmlerindeki fabrika işçilerinin mesai çıkışlarının olduğu sahnelerden oldukça etkilenmişimdir. Hala da aynı. Nedense ayrı bir duyguyu yansıtıyor. Emeği, eşitliği, dostluğu, ekmek kavgasını, o yıllara has samimiyeti.. Mesai bitimideki yorgun ama sevinçli ruh halini.. Ne mutlu ki bana ben de yaşadım o duyguları. Çok hoş aynı zamanda etkileyici bir yazı olmuş. Emeğinize, yüreğinize sağlık Evrim Hanım.
YanıtlaSilMert Yeter
Mert Bey, o soğuk duvarların arasındaki tuhaf samimi dostluklar, kader paydaşlığı ve yol arkadaşlıkları. Yemekhaneler, hikayeler...
SilNe iyi ettiniz de yazdınız, teşekkür ederim.
Güzel, samimi, güven dolu dostluklar dilerim.