AFFET BENİ AREZOU


 


İran…

Lafı geçince, üzerine, bir bardak su içilmeyecek ülke.

Yıl, 1970 Tahran’a tatile gitmek prestij. Tahran güzel, otantik, onca kadim kültürün birikintisinde bir ülke,  İran. Ya sonra? Sonrası yok! Sonrası karanlık ve İslam adı altında onca katliamın yaşandığı, cinayetler ülkesi.

Bostancı Taksim minibüsündeyim, yer yok, arka 5’liye geçiyorum usulca, Allahtan bir kişilik yer boş. Yanımda bir kadın, başı örtülü, serbestçe duran bir eşarp var başında. Ama bağlı mı değil mi bilemediğim türden, aksesuar gibi. Arezou adı, sonradan tanışıyoruz, sebepse çocuğu. Yanında bir erkek, samimiler, anlıyorum ki kocası. Sohbet başlıyor, yol, gezilecek yer, adres soruyorlar, anlatıyorum. Arkadaş oluyoruz, trafik saati malumunuz üzere, Bostancı-Taksim en az bir saat. Öğreniyorum ki kocası akademisyen, Arezou muhasebeci. Soruyorum, “mutlu musunuz İran’da yaşamaktan?” İşte o an, bir sessizlikle birlikte, Arezou gözlerini yere indiriyor. Kocası ise hemen atılıyor lafa, “tabi ki” diyor, “vatanımız”. Kadın sessiz. Ahh diyorum içimden, mutsuzlar aslında ama korkmuş insan modeli. Gözlerinde görülüyor tedirginlik.  Bir dostumun lafı geliyor aklıma, “ insan ürkmesi benzemez hayvan ürkmesine” derdi. Bunu görüyorum o iki güzel insanda.  Devam ediyor, “mutluyuz biz, her şey çok güzel, işimizde gücümüzdeyiz.” Arezou sessiz, istemsizce başörtüsüne gidiyor elleri, bir hamlede öne çekip, uçlarını da düzeltiyor. Gözleri bir süre yerde öylece donup kalırken, yüzünde tuhaf bir somurtkanlık beliriyor. Sonra çabucak toparlıyor kendini, göz göze geliyoruz, somurtkan yüzü gülümseyiveriyor ve gözlerimiz birbirimizin gözlerinde geziniyor. Bir kadınca anlaşma haline dalıveriyoruz, sessizce. Kocası ya anlıyor ya da anlamıyor bilemiyorum ama biz İstanbul’dan, tarihi yerlerden, adres tariflerinden devam ediyoruz sohbete.

Bir süre sonra minibüs Taksim’e ulaşıyor, vedalaşıyoruz. Ben henüz otuzların başındayım ve cevvalim kendimce. Her şeyi halledebilirmişim gibi bir güç var içimde, erkek egemenliğine karşı, bazen, şu yaşlarımda vermeyeceğim tepkileri verebildiğim yaşlardayım. Daha sertim, daha dik kafalıyım ve henüz olgunlaşmamış yönlerim var, ya da hayattan nasibini almamış hallerim var diyelim.  Arezou’nun soruma cevap vermeme durumuna takılıyor aklım. Şimdi daha çok eminim ki, soruya cevap vermemiş değildi, verememişti. Kocası onun önüne geçerek, o fırsatı almıştı elinden. O günlerde Arezou’nun bu hali beni oldukça rahatsız etmiş, -nasıl olur da üniversite okumuş bir kadın bu derece pasif kalabilir- diye kızmıştım da ona.  Fakat bir an vardı, onunla göz göze geldiğimiz ve içimi burkan o gülümsemesi, işte o an, kızgınlığımı alıyordu. Kızgınlığım yerini anlama gayretine bırakmış olsa da, o günün dik kafasıyla ona karşı duyduğum saygıyı sınırlamıştı aklım. “Birisinin karısı olma hali, kendin olma halinden daha mı yeğ?” diye sessiz sorular sormuştum ona ve önyargılarla, kendi penceremden görebildiklerimle, tutulmuştu aklım. Tuhaf bir biçimde birkaç an vardı onlarca hissin peş peşe düştüğü, kazındı aklıma ve ben hiç unutmadım Arezou’yu.

Bir iki ay sonra, bir gün, Facebook’tan bir davet aldım. Bir de baktım ki, Arezou. Önce sevindim ve şaşırdım. O yıllarda Facebook yeni bir platformdu ama yalnızca isimden bulmuş olmasına şaşkındım, yine de epey uğraşmış olmalıydı. Sonra o günü hatırladım, beynim bana, o, sınırları çizdiren, önyargılı, acımasız oyununu oynamaya başladı. Yine sevincimi yarıda bıraktıracak bir saygı sınırı koydu ellerime, daveti kabul etmedim. Onun, kadın olmayı ikinci bir insan ayrıca kocasının arkasındaki insan olma halini de peşinen kabul etmiş olmasına kızmıştım. Kocası, İran ile ilgili açıklama yaparken, başörtüsünü düzeltme gayretine kızmıştım. Kendimce söyle geçti aklımdan: Zaten tanımıyorum ki, bu daveti kabul etmeme gerek yok, evet yok sayayım en iyisi ben. Böylece geçiştirirken daveti, “zaten yalnızca dostlarım var sayfamda” diye düşünerek, daha da haklı çıkardım kendimi. Rahatlamıştım ama silmedim o daveti de, silemedim.

Şimdi senden özür diliyorum Arezou, lütfen beni affet. O daveti kabul etmediğim için değil, sana karşı onca önyargıyla yaklaştığım için. İran devrimini bilmemekten değil kabahatim, demokratik bir ülkeden baktığım açıyla yeterince anlamamaktan. İliklerinize kadar işlemiş o korkuyu hissedip, yok saymaktan. “Bu kadar da olur mu canım?” demiş olmaktan. Ne yaşadığınızı idrak edememek ve dolayısıyla bildiğim kadarıyla yetinmekten, mecburiyetlerinizi görmezden gelmekten. Sistemin size karşı dayatmalarını, farklı açılardan bakarak, kişiselleştirmemden. Sadece senin değil, eşinin telaşını da görmezden gelmekten, kim bilir belki onunda yaptığı ailesini koruma içgüdüsü idi, bilemeyiz ki! Bambaşka bir ülkede ve üstelik demokratik bir ülkede bile bu korkuyla verdiğiniz sesli ve sessiz cevaplarınızı anlamamaktan. Eşinin cevaplarını gerçek sanmamdan, oysa ne de sıradan cümlelerdi. Körlüğüm ve sağırlığım için binlerce kez özür dilerim Arezou.

Şimdi sizler, özgürlük adına ne derin mücadeledesiniz,  günlerdir zalimce öldürülen onca kadının acısı çöktü içimize. Her bir yeni fotoğrafta, kim bilir belki de oradadırlar, diyorum. Güç diliyorum, özürler diliyorum. Ölen kadınların yüzlerinden önce isimlerine bakıyorum, adı Arezou olan birini duyma ihtimalim bile beni ürkütüyor. Lütfen ölme Arezou ve lütfen mecbur kaldığınız sistemde ezilmenizi, korkularınızı bambaşka, belki de alakasız, önyargılı düşüncelerle bulandırdığım için beni affet.

Demokratik bir ülkeden senden özür dilemek kolay, gel de sen anla beni o kara ülkeden! İşte zor olan bu, çok üzgünüm, hem de çok.

E.E

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SANDIK (podcast)

KIZILCAGÜN (podcast)

BİRLİK ve AYRIŞMAK