MEMENTO MORİ


 

Yaşamdayım, mutluyum, bedenim sağlıklı ve ruhum gelişiyor. Sevgiyi anlıyorum, sevme yollarını tanıyorum, tanıdığım yolları deneyimliyorum. Yaşamda isem bir misyonumun olduğunu biliyorum, misyonumu tamamlamadan da ölmeyeceğimi. Bilginin yüceliğini biliyorum, öğrenmenin yaşamım boyunca bitmeyeceğini de.

Biz modern çağ insanları ölümü konuşmayı sevmeyiz. Çünkü ölümle ilgili geçmişten gelen, soğuk, korkutucu edinimlerimiz bizi ürkütür. Oysa yaşamın sonucudur ölüm, en azından dünyadaki varlığımız için. Bugün biraz ölümü konuşalım istiyorum ama bilinen haliyle değil de, farklı bir açıdan.

Çoğumuz için ölümü konuşmak erken biliyorum, gençlikten değil, daha alınacak yolları olduğundan. Bazılarımız için dünya zamanıyla yaş 60 bile olsa, aldıkları yaşam yolu onlar için yeterince deneyim sağladı mı? Deneyimden kastım nasıl yemek yapılır, nasıl alışveriş yapılır, çocuk nasıl yetiştirilir veya iş yaşamında nasıl olunmalıdır değil. Kulaktan dolma bir yaşamı sürdürmekten öte, kendi yaşam yolunu bulabilme ve bunu deneyimleme hali. Yaşamın fiziki hareket kabiliyeti dışında ruhsal gelişmeyi önemsemek ayrıca düşünmek ve dolayısıyla sorular sorabilmek durumu. Bugün sorular soralım, düşünelim biraz, yaşam, insan, ölüm ve ötesi ile ilgili.

İçini karartma hemen, baktığın yönden tüm bu sorular korkutucu gelse de, başka perspektiften görebildiğinde, ne denli görkemli bir sistemi anlamaya başladığının farkına varabileceksin.

Stoacı filozof Marcus Aurelius, savaştan büyük bir zaferle dönüyordur. Şehre büyük bir onur ile giriş yapacaktır. Gelecekten bakınca görülecektir ki, Marcus, Roma’nın en iyi imparatorları arasındadır. İmparator, savaş dönüşünde arabasının arkasına bir görevli oturtur. Ondan istediği ise şudur: Sürekli olarak bana şu cümleyi tekrar edeceksin. Memento mori. Memento te hominem esse. Yani, ölümü hatırla, sadece bir insan olduğunu hatırla. Zafer çığlıkları atan, heyecanla imparatoru bekleyen halkın arasına bu sözleri duyarak giren Marcus, insanların değer verdiği pek çok öğretiyi de boşa çıkarmış, bu sözlerle süpürmüştür. Memento mori, ölümü hatırla.

Bedenlerimiz… Onlar, deri kılıfları içerisinde muazzam bir yapı ve insan da, hayvan da bu muazzam yapının sahibi. Peki, ruh bedene göre mi şekilleniyor yoksa beden ruha göre mi? Türlere baktığımızda beden ruha göre şekilleniyor. Güçlü kaslara sahip bir kaplanın ruhunun nasıl ki asalak, pısırık bir durumu olmazsa, bir kelebekten de kaplan ruhunu beklemek saçmalıktan öteye geçmeyecektir. Beden, ruhun dünyadaki varlığı dolayısıyla ruhtan azade bir beden düşünmek yersiz olacaktır. Bu şahane sistem yani bedenlerimiz, bizim üç boyutlu Dünya gezegeninde varlığımızın hem ispatı hem de izidir. Biz dünyayı beş duyu organımızla algılarız fakat yalnızca fiziki olarak. Duyarız, koklarız, görürüz, işitir ve dokunuruz. Bu sinyaller beynimizde bir algı silsilesi yaratır ve nihayetinde bir tanımlama yapar. Bu tanımlama basit anlamda deneyimdir. Bir de ruhumuzun algısı ve deneyimi var ki, işte o kısım daha karmaşık. Ruh geliştikçe, beden de farklılaşacaktır. Bazı duyu organları daha iyi çalışırken, ruhun gelişimine göre de fizyoloji değişime uğrayacaktır. Hiçbir insan bedeni diğer bir insan bedeniyle bire bir aynı değildir. Genetik aktarım ve fizyolojik engeller ise ruhun amacına karşı koyamaz. Öyle olsaydı, Beethoven’ın sağırlığı onu müzikten koparırdı.

Bedenlerimiz; görünen halimiz, etten, kemikten, kandan ve bir taraftan da ruhumuzu taşıyan, bazen ruhumuza dar gelen bedenlerimiz. Görmeyi bilen için algımız bedenimizden ibaret değilken, ne yazık ki pek çoğumuz için algı bedenden ibaret. Birini tanıdığımızda ilk algımız onun görünümü, sesi, gülüşü, bakışı ile alakalı. Zaman geçirip, daha derin tanıma tüneline girdiğimizde, algımız nasıl da değişiyor. İşte o vakit görebilen için, ruhu anlama devreye giriyor, yani asıl kimliğimizi, bizi, ta derini, özü.

İnsanların çoğu için ise beden bir perde gibidir. Ne görürse, neyi duyarsa ve neyi koklarsa orada kalır algısı. Onlar göremez, yalnızca bakabilirler. Böyle insanların ruhları gelişmemiştir çünkü. Gelişmemiş bir ruhta algı körleşir, yaşam ise görünenden öteye geçemezken bu ruhlar için ölüm, korkutucu bir son ve dayanılması güç bir bitiştir. Kendi bedenlerinin yok olması fikri onlar için çirkin, soğuk, kara bir düşüncedir, oldukça derin bir kaygı ve korku kaynağıdır.

Oysa insan, memento mori’yi hatırladığında dünyevi şeylerin yalnızca bir misyonu tamamlayabilme araçları olduğunu görecektir. Ölümün, bir son olmadığını da. Ölüm, bir son değildir. Eğer ki son olsaydı, ardında pek çok bilinmeyeni barındırmaz, insanların bunları düşünmesi gerekmezdi. Fizik, enerjinin kaybolmayacağını ispatlamışken, evren bir dönüşüm ve değişim içerisindeyken, hiçbir şeyin yoktan var olmadığını ve vardan da yok olmayacağını biliyorken, kendi varlığımızın sonu olduğuna nasıl inanılır ki? Yok olacak olan şey, bu dünyadaki görüntümüzdür, başka bir boyutta varlığımız, devam edecektir. Beden belirli bir frekansta titreşir, farklı bir varlık yapısının frekansı ise bildiğimiz beden frekansından farklıdır. Enerjimizin somut hali olan bedenimiz öldüğünde, açığa çıkan enerji başka bir frekansta varlığını sürdürecektir. 

Dünyada olmamızın bir amacı varsa, kişisel amaçlarımıza nasıl ulaşacağız? İşte ölümü düşünmekten daha can alıcı düşünce aslında budur. Çünkü varlığımızın izi bedenlerimiz ise, bu bedenlerimizle sahip olduğumuz yaşamlarımızdaki misyonumuz ne? Günlük rutinler; yeme, içme, uyuma, üreme, çalışma bizim yaşamsal amaçlarımız olamaz, bundan ötede daha büyük, daha fonksiyonel amaçlarımız olmalı. Her bireyin kendine özgü, kendi payına yarattığı ve kendi gelişimine entegre amaçlar. Eğer ki insan, yaşam amacı peşinde koşturmadan bir hayatı tamamlıyorsa emin olunmalı ki, bu amacı öğreninceye, bu gelişimi tamamlayıncaya ve bu seviyeye yükselinceye kadar üç boyutlu bir bedene gizlenmiş ruh olarak yaşamaya devam edecektir tekrar ve tekrar.

Beden üç boyutlu yaşamı bize verebilen muazzam bir yapıdır ama sınırlı bir yapı. Sınırlardan kurtulan bize dair olan öz enerjimiz, daha büyük algılar ve dönüşümler için özgürleşecektir. Daha üst düzeyde ve sınırları daha az olan yaşamlar. Misyonunu tamamlayabilmiş bedenin hediyesidir bu özgürlük.

Bedenimizle dünyaya bırakabileceğimiz en iyi izi bırakıp, misyonumuzu anlayıp, bunun için çabaladığımız ve başardığımız bir yaşamdan geçmek ne harikadır.  Eğer ki bu açıdan bakmamışsanız, hiçbir zaman geç değil. Çünkü zaman kavramı da, bildiğimiz haliyle, bu gezegendeki algılarımızdan bir tanesi, yani erken veya geç diye bir gerçek yok aslında. Gerçek olan şu ki varlığın özü, o da sensin.

E.E

 

 

Yorumlar

  1. Canım kızım, yaşam ve sonası üzerine harika bir felsefe yapmışsın. Çok etkilendim. Evet yaşamın bir anlami olalı.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. 🙏🙏 Mucizeyi degerlendirmemek aptallık olur zaten. 😊 Teşekkür ederim. 💙

      Sil
  2. Aynı fikirdeyim ama insanı korkutan ölüm değil bilinmezliktir...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sanırım bundan korkmayan yoktur. Teşekkür ederim değerli yorumunuz için.

      Sil
  3. Merhaba'lar yaşam denen bu döngü varlığımızı ne şekilde etkiliyor degilmi.Dünyaya gelişimiz bile bir mucadele,başaran milyonda bir,doğumda çevremizdekiler güler biz aglarız,ölümde tam tersi.Ruhumuzun varlığının özü,ölüm son olamazmı ki.Mucize yaşayabilmekmidir? Yorumunuza kaleminize sağlık tebrikler 🙏💙

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR MECZUP (podcast)

TEK TEK UNUTMALI (podcast)