BULUTLAR GRİYE DÖNÜNCE
Adam sinirle
kadına baktı ve elindeki çatalı hızla masaya fırlattı. Kadın şaşkın ve korkulu
gözlerle adama bakıyordu, sanki donmuştu. Adam, oflaya puflaya hızlı adımlarla
yan odaya geçti. Kadın öylece kalakalmıştı. Ağzına attığı son lokmayı bile çiğneyememiş,
hatta varlığı silinmişti sanki. Bir iki dakika sonra başını öne eğdi ve
masadaki suya gözü takıldı. Titreyen elleriyle bardağı tuttu ve bir yudum su
içti. Ağzındaki lokma da suyla birlikte inivermişti midesine, gırtlağını
yırtarcasına.
Kadın
kendini toparladı ve adamın yanına gitti, “neden sinirleniyorsun, ne oldu ki?”
dedi. Adam, “bir de soruyor musun? Yorgun argın eve geliyorum masada yemek yok,
bir menemen ile akşam yemeği mi olur? Bütün gün ne yapıyorsun, bir çorba, bir
sulu yemek yapamadın mı? Bütün gün lak lak peşindesin, azıcık kadın ol! Kadın
gibi kadın ol!”
Kadın, öfkeden saç diplerinin diken gibi battığını hissetti. Adamın cümleleri sağ kulağından sol kulağına ve tekrar sol kulağından sağ kulağına durmadan zik zak yapıyor; sanki beyninin her kıvrımına yerleşiyor, yerleşmekle kalmıyor, kalbine küçük oklar saplıyordu. Birazcık kadın ol! Kadın gibi kadın ol!
Oysa o
büyüdüğü evde bir şey öğrenmişti. Anne ve babasının da birbirine kızdığı,
kırıldığı anları olurdu ama asla birbirlerini cinsiyetleri üzerinden vurmaz,
yaralamazlardı. Hatta annesi, erkeklik onurundan bahsetmişti bir defasında.
Annesi çalışmıyordu, baba çalışıyor ve evi geçindiriyordu. Bir süre geçim
sıkıntısına düşmüşlerdi. Evdeki ekstra harcamalar anında durdurulmuş, yalnızca temel
ihtiyaçlar alınır hale gelmişti. Bir yakınlarının düğünü olacaktı. Evde çeyrek
mi taksak, yarım altın mı konuşması yapılıyordu. Gönüller elbette yarım
altından yanaydı fakat cüzdan öyle demiyordu. Çeyrek altın takmak üzere karar
kılındı. Evin küçük kızı Emel, henüz 16 yaşında idi. Ruhu kıpır kıpır,
ergenliğin ortasında, aynaların karşısından ayrılmayan, güzel genç insan. Emel,
annesinin yanına mutfağa koşturdu ve heyecanla dedi ki: “Anne yeni bir elbise
alabilir miyim, düğün için?” Annesi aslında alamayacaklarını biliyordu ama onu
üzmemek için, “bakarız kızım, o gün çok güzel olacaksın, güven bana”
deyivermişti ancak. Emel, yarı inanmış, yarı şüpheli biçimde odasına geçti.
Ertesi gün
Emel uyandığında, annesini dikiş makinesinin başında buldu. Annesi erkenden
kalkmış, bir kez giydiği gece elbisesini bozmuş, Emel için yeni bir elbise
yapmıştı. Sevinçle Emel’in gözlerine baktı ve denemesini rica etti.
Elbiseyi
giyen Emel, hızlıca annesinin yanına koştu ve yanaklarına iki güzel öpücük
konduruvermişti. Annesi Emel’in elini tuttu ve kanepeye oturdular. O gün annesi
Emel’e, yaşamı boyunca unutamayacağı bir nasihat vermişti. “Kızım, biliyorum ki,
yeni elbiseyi çok istemiştin. Ben de almayı çok isterdim, emin ol, hatta senden
çok isterdim… Bu aralar babanın işlerinde sıkıntılar var ve bir süredir idare
etmek durumundayız, biliyorsun. Ondan eğer elbise için para istesem, fazlasını
verirdi ama borç bulacaktı belki de. Onu bu müşkül durumda bırakmak istemedim.
Hem biliyorsun, bu elbiseyi ben yalnızca bir defa giymiştim, sen de rengini çok
seviyordun. Ayrıca sana çok yakıştı, çok güzel oldun canım kızım.” Emel
annesine sarıldı ve onu çok sevdiğini söyledi. Sonra da, babasının ne kadar
para kazandığını sordu. Annesi Emel’e sakince anlatmaya başladı. “Emel, kızım,
bizim toplum yapımızda erkeklere ne kadar kazanıyorsun diye sormak ayıptır. Erkekler
bazı şeyleri onur meselesi sayarlar, bu konu da onlardan birisi. Sakın ola ki,
sen de büyüdüğünde eşini, cinsel kimliği ve para konularıyla yargılama ve işler
kötü gitse bile yüzüne vurma. Bu onun hayatında silinmeyecek yaralar
bırakmaktan başka bir işe yaramaz ve seni de yüceltmez. Sen de asla kendine
bunun yapılmasına izin verme, saygı sevgiden de önceliklidir.”
Yıllar sonra
Emel, annesinin bahsettiği silahlarından birisiyle, eşi tarafından vurulmuştu
bile. Oysa o, özellikle bu konularda hassastı; öyle yetişmişti ve kimsenin
ruhunda silinmeyecek yaralar açmak istemiyordu fakat yaralanmıştı.
Emel,
yaklaşık beş aydır işsizdi, çalışmıyordu; daha doğrusu çalışamıyordu. İş
arıyordu aramasına ama hangi kapıya gitse, önüne engeller çıkıyordu. Bu
psikoloji Emel’i oldukça yıpratmış, işe yaramazlık hissine kapılıp gitmişti.
Özgüveni düşmüş, sağlığı da bir miktar bozulmuştu; sıklıkla başı ağrıyordu.
Kendi parasını kazanmaya alışıktı, az ya da çok nihayetinde kendi parasıydı.
Kimseden para istemek zorunluluğu yoktu. Hele de eşinden para istemek, onun hiç
alışmadığı bir yaşam tarzıydı. Kendini, küçük düşmüş hissediyor ve her
defasında bir parçası daha eksiliyordu sanki.
Emel, o gün iş görüşmesine gitmişti. Olumsuz bir iş görüşmesi daha onun arda kalan enerjisini de almıştı. Moral bozukluğu ile bindiği minibüste baş ağrısı dayanılmaz bir hal almıştı. Eve kendini zor attı ve ilaç alıp, yatmak zorunda kalmıştı. Akşam yemeğine ise hızlıca menemen yapıvermişti. Aslında menemeni her ikisi de çok severdi. Bu tepki menemenden ziyade, içinde bulundukları durumun değişmiş şartlarını kabul etmeme psikolojisiydi.
Emel’in
çalışan bir kadın olması halinden, işsiz kalmış, zorunlu olarak ev yaşamına
dönmüşlüğü ve onun psikolojisinin gücünü kaybetmesi hali, eşi tarafından daha da
aşılabilir bir durum gibi algılanıyordu. Oysa Emel aynı insandı; aynı akıllı
kadın ve aynı donanıma sahipti.
Ne yazık ki,
Emel’den ziyade eşi, empatiden yoksun ve saygı sınırlarını tanımayan bir hal
almıştı. Emel’in annesinin öğretilerini belki de ailesinden alamamış bir
adamdı. Oysa karşısındaki insan, evlenmek için can attığı, çok sevdiği Emel’di.
O, Emel’in azmine, sakin yapısına, gücüne hayrandı. Şimdiyse, Emel’in en sevdiği
hatta hayran olduğu gücünü, iş görüşmelerindeki insanlardan daha fazla kendisi
zedeliyor, karşısındaki güçsüzleştikçe de bu davranışların dozunu artırıyordu.
Çünkü şunu keşfetmişti; Emel gücünü yitirdikçe o, daha da baskın bir karakter
oluyor, hayran olduğu güç, onun kendi silahı haline geliyordu. Empati kurmaktan
kaçıyor, hatta bunu direk saf dışı bırakıyordu. Böylece, kendi sanal gücünü
yaratıyordu.
Emel,
incinmiş ruhu ile mutfağa geçti ve masayı toplamaya koyuldu. Aklındaki onlarca
soruyu toparlaması için zamana ihtiyacı vardı. Bu konuyu elbette tekrar açacak
ve eşiyle yüzleşecekti ama şimdi değildi. Biliyordu ki, şu an hiçbir problemi
çözemezlerdi. Emel döndü ve kendini sınadı; bu cümleler onun insan varlığının
çok gerisinde, cüce cümlelerdi. Dakikalar geçtikçe, cüce cümleleri kolunun
altına aldı ve bir karar verdi. Asla ama asla bunları bir daha yaşamayacaktı; her kimden ve nasıl olursa olsun. Derin bir nefes aldı ve kendine inandı.
Biliyordu ki, güce duyulan saygı güçsüzlerin işiydi ve onun uzağında,
gerisinde bir yerlerde idi. Sevgi, başka bir şeydi. Onu bu şekilde inciten eşi,
bir anda, minnacık bir adama dönüştü gözünde. Adam, kendi ruhunu beslemeden ve
farkındalığını yükseltmeden de bu konuyu konuşmayacak, kendi geleceğine
odaklanacaktı. Saygı karşılıklı ise anlamlıydı; sevgi peşinden koşardı, emindi.
Bulutların
rengi griye dönünce, her kuş için uçmanın mümkün olmadığını Emel biliyordu.
Mühim olan kendinin gri bulutlara korkmadan girmiş olmasıydı. Zor günler
hayatta hep vardı, bu ne ilkti ne de son. Gerçek güç, gri olunca da bulutlara
kanat çırpıp uçabilmekti. Şartlar değiştiğinde, yanındakinin üstüne basmak ise
yoldaşlığı yok eden, korkakça bir gösteriden başka bir şey değildi. Korkaklar
bulutların renginin değişmesini bekler, o vakit uçmaya başlardı; kanatlarını
kırdıkları diğer kuşa hiç aldırmadan.
Kadın, buna izin vermeyecekti, korkmadan uçmak, onun kendi gücüydü.
E.E
Kaleminize sağlık sevgiler.
YanıtlaSilTeşekkür ederim, birlikte güzel...
SilHayatın içinden esintilerle çok güzel kalemine kuvvet. Öpüyorum
YanıtlaSilBirlikte olmak ne güzel, teşekkür ederim.
SilYüreğiniz duygularınız kuş gibi huzurlu olsun kaleminize yüreğinize saglık
YanıtlaSilNe güzel dilekler, teşekkür ederim.🙏
SilYaşam size çabasız mutluluklar getirsin.
Değerli yorumunuzla mutlu ettiniz.