AY IŞIĞINDA KAÇANLAR

 


Soğuktu, başının altındaki yastık bir taş kadar sertti, üzerindeki yorgan ise bir tüy kadar hafif. Yastığı belki dünyanın en yumuşak yastığı idi fakat ruhu bedenine öyle isyankardı ki, uzun süredir bir çatışmanın tam ortasındaki beyni, sık sık ağrılara yeniliyordu. Baş ağrısıyla uyanmak, hislerini farklılaştırıyor, sadece yastığını değil, bazen saçlarını bile taş gibi hissediyordu.  Uzun süredir yatağında uyumuyor ve hatta uyuyamıyordu. Geceler dostu, gündüzler ise onun ruhunu çalan, acıtan, derin yaralar bırakan bir canavara dönmüştü.

Hiçbir mutlu amacı olmadığı sabahlara uyanalı yıllar olmuştu. Ruhu acı içindeydi. Bedeni, her geçen gün katlanılmaz yaşam rutini içerisinde, günden güne havasını kaybeden bir balon gibi sönüyordu. Bununla yüzleşmek ise ayrıca zordu. Banyoda, aynada ve nadiren çektirdiği fotoğraflarda, kendi bedenini artık neredeyse kendinden bile göremiyordu. Son yıllar onu hızlıca zorlamış, yaşlandırmış ve soldurmuştu. Bu da başka bir fırtına yaratıyordu ruhunda, bir garip isyan!

Alışıla gelmişin dışında ruhu köleleşmişti. Böyle durumlarda aptal olmayı hayal eder, “keşke” derdi. Onun gözünde aptal olmak, biraz da bencilliği beslerdi. Farkındalık, aptal insanın yaşamına birkaç kere uğrayacağından, mecburi bencil olurlardı. Bu insanlara benzemeyi sıklıkla istiyordu. Farkında olmasaydı çevresinde olup bitenlerin, yaşam onu bu derece yıpratmayacak, düzen için bedeni köleleşmeyecekti. En azından bunu bilmeyecekti.

Birlikte yaşadığı insanların, onun yaşamına kattığı birincil etkilerde, mevcut sıkıntılar karşısında,  onların kaçtıkları alanları doldurmak üzere, üzerine itilen, biri bitince diğerinin başladığı olaylar zinciri. Herkesin kaçmak için fırsatı vardı, onun fırsatlarını da yakın kaçaklar, kaçarken kullanıyorlardı. Böylece köleleşti bedeni.

Yaşam zordu ve idame edilmesi gerekiyordu. İş, ev, ilişkiler üzerinden sevgi, kan bağı, dostluk adına kurulan onlarca tuzaktan ibaret yaşam, her defasında iyi niyeti kuşatıp, sömürecek derecede bencil karakterlerin, ruhunu besleyeceği bir kaynak gibiydi. Bu kaynaktan su içenler, yaşam yollarını tercih ettikleri gibi düzenleyebilirken, iyi niyetinin sömürüldüğü yerde aslında, öylece, yapayalnızdı. Ruhu isyankar, bedeni küsmüş, ufku uzaklarda, kalbi kırık bir mahlukata dönüşmüştü.

Geçmişin ağır izleri, çalınmış geleceğin seslerine karışınca akıl almaz bir zindanda, yüksek bir uğultuyu dinlemek gibiydi günler. Her gün, her yeni gün… Sabah uyanmak kolay olsa da, o kanepeden kalkmak zordu. Zor olan o uğultunun içine karışmak ve tercihi dışındaki yaşama mecbur kalmasıydı. Bir kemirgen gibi her gün dişlerini geçiren yaşam, sorgulanır, yaşanır ve tekrar sorgulanır yaşanır bir hal alınca, köleleşen bedeni artık efendilerini biliyordu.

Efendiler belliydi, kendi bencillikleri ve eylemsizliklerinden sebep oluşan boşlukları, onun üzerinden, onun, saatleri, günleri, yılları ve hatta bedeni, ruhu, iyi niyeti üzerinden örten, saklayan bu esnada kendilerini özgürleştiren yahut güvenli limana çekenlerdi. Onların güzel cümleleri hep vardı. Senin için üzülüyoruz, elimden ne gelir ki, aklım hep sende vs… Bir süre sonra, küfürden beter gelen cümleler. Efendiliklerinin ilanı, süslü cümleleri vardı bu insanların. Seni seviyorum, sen iyi ki varsın, sen yaparsın, neleri başarmadın ki, sabret geçecek… Bu silahlar güzel renkleri olan, allı pullu silahlarıydı efendilerin. Aklı başında kim bu cümlelere itiraz eder, yok sayardı ki. Zaman şunu öğretmişti ama gerçek mi, sahte mi bu sözler? Onlar, ay ışığında kaçanlardı, bir saklanıp, bir görünerek. 

Sevgi onun anladığı anlamda böyle değildi. Sevgi gönülden bir bağ idi, anlamaktı, her haliyle sevmekti, gönlünden geçeni anlama gayretiydi, o gayret ki her gün taze, her gün yeniydi. Çünkü bilirdi, insan değişirdi. Sevgi masumdu, yanında olma isteği idi, emekti, hoş görüydü. Sevgi kaçak değildi, bencil değildi, güçlüydü ve mesafe tanımazdı. Sevgi bir kuşatma da değildi, sevgi bir ağaç gibiydi ve sevgi gerçekti. Sevginin süslü yalanlara, silahlara, hesaplara ihtiyacı yoktu, bunlar sevgiyi kirletirdi.

O, kendi sevgisinden sorumluydu, diğerleri gibi. Efendilerin en büyük silahları ise sevgiydi. Gerçek sevgiden uzak, anlamaktan aciz, menfaatleri güçlü, anlık dürtüleri kuvvetli, sözüm ona uyanık, yaşamın günlük oyuncuları, efendiler. Onun gördükleri net, gönlündeki bahçeler ise farklıydı. Artık şunu biliyordu, anlama gayretinin olmadığı yerde, herhangi bir sevgiden bahsedilemezdi. Kendi korkak kaçışları, onları çıkarcı, kokuşmuş krallıklarının efendisi yapsa da, onun ruhu sadece kendi bedenine düşman, diğer her şeye dost olmaktan vazgeçmeyecekti. Anlama gayreti içinde olan herkes gibi huzursuz, uykusuz, sorularla geçse de ömür, bu sahte efendilikleri anlamanın da tek yolu buydu belki de. Aksi halde o da aptal olurdu zaten. İyi niyetle, aptallığı ayırt edemeyecek kadar aptal. Sahte efendilerden olmaktansa, onların köle ettikleri yaşama karşın, ruhunun, gerçekte asil ve vicdan yüksüz bir fezaya yükselmesiydi.

Zaman er ya da geç geçer, şartlar değişirdi. O günlerde mutlaka tüyden hafif yüreği onu istediği yere uçurur, bencilliklerinde boğulanları ise istemedikleri, tercih etmedikleri yaşama mahkum ederdi hayat. Belki de bu olmayacaktı, o ise, hep hafif kalacaktı, vicdanına sarılarak. Kölelik dediği şey aslında, vicdan muhasebesinin ürünüydü. Ay ışığında kaçanlara inat, yüksüz bir ürün.

E.E

Yorumlar

  1. Herkes kendi vicdanının kolesidir ve vicdansizlar hiç köle olmazlar 🙏

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Öncel8kle geç cevapladigim için üzgünüm. Sanırım vicdan ile vicdansızlık, sevgiyi bilmek ve bilmemekle alakalı, zor bir seçim gibi ne dersiniz?

      Sil
  2. ....... Ben ...... 👏👏👏

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Vicdan yüksüz bir yaşam, buradan hep fazlanız var.

      Sil
  3. Beden ile ruh birbirini tamamlayamadımı hayat ile hep kavga edermiş insan,her şey beyinde biter bilmek ve bilmemek Ay ışığında yansıyan yakamozu görebilmek 🙏👍💙

    YanıtlaSil
  4. 👏🏻👏🏻👏🏻❤️

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

SANDIK (podcast)

KIZILCAGÜN (podcast)

BİRLİK ve AYRIŞMAK