SARGI YERİ
Gözlerini acılar içinde aralayabilmişti. Gözlerine dolan toprak, hem oldukça yakıyor hem de görüşünü bulanıklaştırıyordu. Yerde yatan vücudunun hareket etme şansı yoktu. Kulaklarındaki uğultu öyle yüksekti ki, beyni kafatasının içerisinde dönüyor gibiydi ve bu his, büyük bir gümbürtü çıkarıyordu sanki. İstemsizce yukarıya bakmaya çalıştı. Göz kapaklarının içerisindeki toprak parçacıkları, oldukça canını yakıyordu. Tam yanı başında bir ot vardı. Burun delikleri, toprakla ve barut kokusuyla dolmamış olsa kokusunu hissedecekti ama bu imkansızdı. Bir an, ota baktı ve onun bir ağaç olduğunu düşündü. Öylesine yakındı ki, gözlerinin hemen önünde idi, dolayısıyla beyni ona oyun oynuyor ve büyük algılıyordu. Sanki ona tutunsa, ayağa kalkabilecek gibi hisseti. Göz kapakları dayanamadı ve tekrar gözleri kapanıverdi. Bir kuvvet yine açmaya çalıştı gözlerini. Toz, barut kokusu dolu ya da barut kokusu, toz doluydu. Büyük bir sis gibi üzerindeydi; o çirkin, soğuk, amansız ve kalleş duman, hatta ciğerlerinde ve acısı da yüreğindeydi. Öyle bir acıydı ki, köydeki ana, baba, kardeşler, siperdeki Ali, Hasan, Yavuz ve nicesi ateş olmuştu içinde. Vatan için kor olmuştu yüreği. Islak giysileri, vücuduna dokunan soğuk toprak, soğutamazdı yüreğini, alev topuydu sanki. Korkuyordu, yalnızdı, vücudu titremeye başlamıştı ya da seğirmeydi bu.
Biraz başını
çevirse, cenneti görecek gibi hissetti ama nafile, hareket edemiyordu. Gözlerini
bir umut, yapabildiği kadar yukarıya çevirdi, gördüğü şeyi algılayamıyordu, her
şey çok yakındı ve dolayısıyla devasa boyutta geliyordu. Boğuluyordu, bağırmak istedi
avaz avaz, bir kâbussa eğer bu, uyanmak istedi. Sakinleşemiyordu ve kalbi
oldukça hızlı çarpıyordu. Uzaklar ise yok gibiydi, gölgeler var mıydı yoksa yok
mu? Yakında, oldukça yakında yüreğini sıkan, ona nefes aldırmayan ağır, kara hissi tanımlayamıyordu.
Usulca
kapandı gözleri yeniden, kulaklarındaki büyük çınlamanın sessizliğinde yok
olmuştu sanki. Kendine seslendi içinden “Yahya ayağa kalk’’ “Yahya ayağa kalk”.
Komutanı olsa, böyle diyecekti. Birden anasının şevkatli sesini hissetti, o da
böyle diyecekti “Yahya oğlum, ayağa kalk” lakin o yumuşacık söyleyecekti. O yumuşacık
söyleyişe karşılık, üzülmesin diye, kalkılırdı ayağa. “Yahya, oğlum ayağa kalk.”
Tosya’dan
Osman Oğlu Er Yahya. 1914 yılında Çanakkale’de vatan müdafaasında Er Yahya.
Henüz 19’unda, köyün efendi delikanlılarından, anasının kuzusu, ağabeyinin
kardeşi, kız kardeşinin dayanağı, babasının gururu Yahya. Köyde bir kız severdi
için için. Yazmayı bilse, bir iki satır yazıp bırakmak istemişti cepheye
giderken ama bilmiyordu okumayı, yazmayı. O da kız kardeşine deyivermişti, hepsini olmasa da. "Ölürsem, dönmezsem geri, söyle ona" demişti, utanarak. Sanki
sevdiğini bilirse kız, onun bedeninde de var olabilecekti, öyle hissetmişti.
Bilirse aklı, kalbi de yaşardı. Bedenini terk ederse ruhu, yârin bedeni, kalbi,
aklı Yahya’nın ruhunu misafir ederdi belki de.
Ağır göz
kapaklarını bir süre açamadı. Kulaklarındaki uğultu, kalbinin çırpınışlarına
karışıyor ve aklı, içindeki sonsuz karanlığı aydınlatmaya çalışıyordu. Yine
araladı zorlukla, gözlerini. En yukarı, olabildiğince yukarı bakmaya çalıştı.
Bir türlü anlayamadığı görüntüye odaklandı, toprak ve kanla örtülmüş bir beden
olduğunu anladı. Hareket etmek istiyordu fakat nafile, hiç hareket edemiyordu.
Anladı ki yalnız değildi, kim bilir kaç arkadaşı, sırdaşı onunla, oradaydı?
Belki baygındır, diye geçirdi içinden. Ses, iyi bir işaret olurdu onun için
fakat sipere düşen bombalar yüzünden kulaklarındaki yoğun uğultu, sesleri
duymasına izin vermiyordu. Çaresizce kapandı gözleri yine.
Bir süre
sonra, bir sarsıntı hissetti. Bir el onun bedeninde idi ve onu yattığı yan
pozisyondan, yavaşça çevirmeye çalışıyordu. Büyük bir acıyla gözlerini araladı,
tabibin yüzünü bir an gördü ve ışık daha fazlasına müsaade etmedi. Tabip, yakasına bir kart iliştirdi ve hemen yakınındaki, yerde yatan askere yöneldi.
Yahya’nın değişen vücut pozisyonu, daha fazla canını yakıyordu. Kalbi daha hızlı
çarpıyordu, çaresiz gözlerini kapattı. Zaten bu pozisyonda, gözüne düşen güneş
ışığına başka türlü karşı koyamıyordu.
Bir süre sonra kendi sesini, uğultu halinde duymaya başladı, inliyordu. Boğuk ve derinden gelen onlarca ses, birbirine karışıyordu. “Sıhhiye sıhhiye” diye boğuk sesler daha da hissedilir olmuştu. Sıhhiye demek, umut demekti. Onlarca boğuk ses içinden, ayırıvermişti yüreği bu sesi. Bir el, yavaşça ona dokundu ve Yahya’nın seğiren vücudu, o ele teslim olmuştu. Gelen sıhhiye, Yahya’nın yakasındaki karta bakıp, “sargı yerine” diye askerlere talimat vermişti. İki asker, Yahya’nın seğiren bedenini, bez sedyeye alıp, onu sargı yerine taşımaya başlamışlardı.
Askerlerin
her adımı, Yahya’nın bedeninde bir hançer etkisi yaparken; yüreği, tanımadığı bu
iki askere yük olmuş bedeninden dolayı büyük bir mahcubiyet hissediyordu.
Minnet içerisinde hızla çarpan yüreği, yaşama tekrar bağlanma ümidiyle, kan
pompalarken bedenine; aynı yürek, iki gündür kursaklarından pek de bir şey geçmemiş, bu iki
askere, kendi bedeninin nasıl da ağır geldiğini hissederek, göz göz
oluveriyordu. Nasıl ödenirdi bu borç? Nasıl bir yüktü Allahım? Bu borç ancak
iyileşerek, tekrar cepheye dönerek ve küffara kurşun sıkarak ödenirdi. Vatanın
her karış toprağını düşmandan temizleyerek, şehit düşen her kardeşinin hesabını
sorarak, şanlı bayrağı göklerde dalgalanırken görerek, yüce Türk Milletine, bu
milletin onurlu Başkumandanı Mustafa Kemal’e layık bir asker olarak ödenirdi.
Yahya, bunun için yemin etti, dua etti, tekrar yemin etti.
Tosya’dan
Osman Oğlu Er Yahya, sen Osman’dan olma, Neriman’dan doğma, güzel yürekli yiğit,
aynı siperde, savaşın tam içinde birlikte olduğun Akçaabat’lı Yusuf oğlu Er
Mehmet, Çorum’lu Musa oğlu Er Hasan, Afyon’lu Velioğullarından Er Ali, Çankırı’lı
Salih oğlu Er Selim, senin yaralanıp düştüğün o bir karış toprakta, seninle
birlikte düştüler. Onlar şehit oldu. Acılar içinde yatarken, toprağa bulanmış
gözlerinle seçemediğin beden, siperden çıkmadan evvel cebindeki mermileri
paylaştığın, Akçaabat’lı Yusuf oğlu Er Mehmet’in cansız bedeniydi. Er Mehmet,
can verdiğinde, sol eli sımsıkı yumruktu, o yumruk çok kıymetli bir şeyi
saklamıştı. Avucunda bir adet mermi vardı, senden aldığı mermilerin en
sonuncusu. Tabip, meydanı dolaşıp tüm askerleri kontrol etti. Her bir askerin
yakasına birer kart taktı. Yanındaki arkadaşlarının yakasındaki kartlar, seninkinden
farklıydı. Senin yakandaki kart, bir tarafı kırmızı şeritliydi, onların kartı
ise iki tarafı kırmızı şeritliydi.
Hilal-i
Ahmer Hastanesine (Gelibolu) bağlı çalışan, cepheye yakın saflarda kurulan, daha
küçük sağlık çadırlarına “Sargı Yeri” denirdi. İsmi kadar sıcak yüreklerin var olduğu, sargı
yeri. Gönüllü, eğitimli, alaylı tüm sağlık çalışanlarının sevgisiyle kuşanmış, sargı yerleri.
Tabipler, cephede
yaralı askerleri dolaşırlar ve yaralı askerlerin giysilerine kartlar
bağlarlardı. Tabipler, bu kartlar ile nakledilecek hastane veya sargı yerinde, karışıklığa mahal vermez ve hızlı müdahale sağlarlardı. Bu
dönemde, okuma yazma oranı düşük olduğu için, tabibin yazısını özellikle sıhhiye
erlerinin okuması çok mümkün olmayacağından, üç tip kart kullanılırdı.
Kartların kenarlarında şerit yok ise, yerinde müdahale edilirdi. Kartların tek
tarafı kırmızı şeritli ise, sargı yerine sevk edilirdi. Kartın her iki yanında
kırmızı şerit var ise, o yaralıya dokunulmazdı çünkü yapılacak bir şey yok
demekti.
Atatürk’ün askeri Er Yahya, Mehmet’in, Hasan’ın, Ali’nin, Selim’in bedenleriyle birlikte, bir karış topraktaki beş bedendiniz. Yaralı, buz gibi toprakta, kor düşmüş yüreğinle, yarı baygın yatarken hissettiğin ağırlık, karanlık his, arkadaşlarının verdiği son nefesin ağırlığı idi. Onlar, ebediyen o topraklarda uyuyacaklar, sen ise o toprakları kurtarmak için bir an evvel, iyi olacaksın. Sargı yerinin şifalı ellerinde hayata tutunacak ve Mehmet’in son kurşunu, Hasan’ın yeni doğmuş kızı, Ali’nin yalnız ve yaşlı babası, Selim’in nişanlısı Elif için, “Çanakkale geçilmez” cümlesini dağlara yazdıracaksın. Nice şehidimiz uğruna “ya Allah” diyeceksin, biliyorum. Sen, hem geçmişsin, hem de gelecek! Sana söz veriyorum ki, her yıl 18 Mart günü, her biriniz, tekrar tekrar doğacaksınız. Biz, her gün minnet içinde yaşayacağız. Siz ise, sonsuza kadar yaşayacaksınız. Bu ulus, sonsuza kadar size minnettar olacak, tıpkı seni sedyeyle, sargı yerine taşıyan, o tanımadığın erlere duyduğun minnet gibi. Cumhuriyet’in çocukları olarak, biz hep var olacağız, onca kalleşe rağmen. Siz hiçbir zaman unutulmayacak, kimliksiz de kalmayacaksınız. Çünkü hangi tarihte, nerede doğarsak doğalım, bizlerin kütüğü hep aynı: Atatürk’ün çocukları!
Saygı ve
minnetle…
Kaleminize Sağlık
YanıtlaSilTeşekkür ederim 🙏
SilKurşunların havada çarpıştıgı Çanakkale destanı unutulamaz.kaleminiz daimolsun🙏👏💙
SilNe çok hikaye, ne çok inanç ve ne kutsal bir kazanç. Minnettarız 🙏 Teşekkür ederim değerli yorumunuz için.
SilHerzaman ki gibi yine bir solukta okudum. Kaleminize, yüreğinize sağlık. Şehitler diyarı Çanakkale den kucak dolusu selam ve sevgiler gönderiyorum.
YanıtlaSilTüm sehitlerimizi saygı ve rahmetle anıyor, degerli yorumunuza sonsuz tesekkur ediyorum. Çanakkale'ye kucak dolusu sevgi ve selamlar 🙏
Sil