ZAMANIN SAHIPLERI




   ''Hareketi asla eylemle karıştırmayın.'' Ernest Hemingway'in bu sözü şu günler için oldukça anlamlı. Ne de olsa hareketin bol olduğu eylemlerin olmadığı bir dünyanın içindeyiz. Ya da böyle kurgulanmış bir yaşantının demek daha doğru olacaktır. Eylem demişken, sıradan insanlar için bolca hareket kurgulayan yeni sistem, eylemler kısmını kendine ayırdığı bir dünya düzenini yaklaşık 8 milyar insana bir yudum su gibi içiriyor. Bol hareketli ve eylemlerin arkada bir yerlerde olduğu yeni bir düzen. 

    2021 yılı The Economist dergi kapağında kanepede oturan bir aile (anne, baba ve çocuk) arka duvarda ise çerçeveli tablolar ve kuşlar ayrıca kanepenin kolçağında ise bir kedi bulunuyordu. Bu kapağı ilginç kılan şey, anne, baba ve kedinin gaz maskesi takıyor olması ve çocuğun maskesiz olmasıydı. Arka duvarda asılı olan tablolarda ise eriyen buzul üzerindeki penguen, volkanik bir hareket görseli, domuz görseli, 11:59'u gösteren bir saat, dünyaya çarpmak üzere olan bir gök cismi, bir tanesi dalışa geçmiş üç adet kuş, hücreler, virüsler ve bakterilerin olduğu bir görsel, yeryüzünden yükselen bir bulut görseli, güneş patlamalarını gösteren bir görsel olmak üzere, 9 farklı görsel bulunmaktaydı. Elbette her bir görsel ile verilen mesajlar ortadadır. Kanepe arkasındaki duvarda ayrıca bir nesne vardı dikkati çeken, o da çiftli priz. Elektrik de ilginin odaklandığı konular arasındaydı ya da enerji. Bunları tek tek yorumlamak elbette mümkün. 

    Bu görselde bana göre en dikkat çekici olan, kedinin bile maske taktığı bir yaşam içinde çocuğun maskesiz olmasıydı. Ayrıca çocuğun askeri miğfer takıyor olması da oldukça tedirgin ediciydi. Bu görsele her baktığımda, insanların hatta hayvanların bile etkilendiği bir ortamda çocukların etkilenmediği bir şey olamazdı. Yoksa geleceğin çocukları insansı özelliklerden farklı biyolojide, savaşçı bir asker gibi de duygulardan arınmış mı olacaktı? Böylece doğal olarak algıladığımız her şey bir süre sonra ulaşılamaz olup, yaşam yapay bir noktaya mı evrilecekti? Bu günün sınırlı da olsa bize sunduğu doğal gıda, doğal insan, doğal hayvan, doğal bitki, doğal yaşam ve hatta doğal su yarının hayali mi olacaktı? bizler doğal yaşamın son oyuncuları olabilir miydik? 

    Sanal gerçeklikler sosyal medya ve oyunlar ile yaşamlarımızı yıllardır kuşatmış ve ruhlarımızı zaten yapaylaştırmıştı, sırada gerçekten dokunup, kokladığımız, gördüğümüz ve duyduklarımız mı vardı? Gezegenimiz giderek yaşam kaynaklarını yitirirken, yapay kaynaklar bir hedef miydi, ihtiyaç mı?

    Tüm bunları düşünürken aklımda binlerce fırtına oluşuveriyordu.  Çocuklara odaklanmanın geleceği şekillendirme açısından ne derece önemli olduğunu bilen ellerin hedefinde bu günün insanları olamazdı elbette. Hatta bu mantık ile bakıldığında bu günün dünyasında var olan pek çok insan evladı sadece hayatta kalabilirdi, yaşamak kendi kurgusunda olmamalıydı. Zaten hayatta kalmak bile aslında mali bir yük oluştururdu. Kısıtlı yaşam, sentetik gıda neden yetmesindi ki? Önemli olan geleceğin çocukları idi. Hislerden arındırılmış, az talepleri olan, uyumlu, simüle edilmiş bir yaşamda mutluluğu bulabilecek nitelikte yepyeni bir insan çocuk. Aynen The Economist dergisinin kapağındaki gibi. 

    Hemen bir kaç film geliveriyordu aklıma. Bunlardan ilki The Platform diğeri ise son günlerde çok konuşulan bir dizi olan Squid Game dizisi. Her iki yapımda da ortak olan bir yön vardı ki, o da insanların bir kurgu içerisine uyanmaları ve hayatta kalmak için verilen mücadelede ölümün koşullanmış bir son olmasıydı. 

    Bu iki yapımı bilmeyenler için biraz özetleyeyim. The Platform (Platform) filmi, her katta bir oda bulunan gökdelene gönüllü insanlar ödül için katılım sağlıyor. Tek amaç ise yaşamda kalmak. En üst kat 0 numaralı kat ve katların numarası aşağıya indikçe büyüyor. 250 üstünde kat bulunan binada oldukça sıra dışı bir yaşam mücadelesi veriliyor. Her katılımcı bir odada yani bir katta 1 ay süreyle kalıyor ve bir sonraki ay için başka bir kata geçiyor. Katları kendileri belirlemiyorlar ve bir aylık süre tamamlandığında gaz ile uyutularak, diğer bir kata taşınıyorlar. Gözlerini açtıklarında başka bir katta buluyorlar kendilerini. En üst kat yani 0 numaralı kat yiyeceklerin hazırlandığı ana mutfak katı. Yiyecekler büyük bir özen ile hazırlanıyor ve odanın tam ortasındaki platform şeklindeki masaya konuyor. Yüzlerce çok şık ve iştah kabartıcı yiyecekten oluşan platform günde bir defa aşağı doğru hareket etmeye başlıyor. Her katta kısa bir süre duruyor ve katılımcılar o yiyecekleri yiyebildiği kadar yiyor. Tahmin edeceğiniz gibi platform alt katlara indikçe yiyecek tükeniyor. Hayatta kalma çabasına giren insanlar birbirlerini öldürerek insan eti yemek durumunda kalıyorlar. İnsanlar açlıkla mücadele ettikleri süre zarfında canavarlaşıyor ve olmaz, yapmam, yapamam dedikleri her şeyi yapıyorlar. 

    Squid Game (Kalamar Oyunu) dizisi ise benzer bir mantık ile kurgulanmış yapım. Bu dizide de borcu olan insanlar bir grup tarafından tespit ediliyor. Ufak bir oyun karşılığında para kazandırıyorlar ve güvenlerini satın alıyorlar. Bu tanışmanın ardından insanları bir oyuna davet ediyorlar. Araç ile katılımcıları toplayarak, gazla uyutuyorlar ve bir adaya getiriyorlar. Ada bir film stüdyosu gibi tasarlanmış, insanlar burada üniformaları ile uyanıyorlar. Görevliler kırmızı giysili ve askerler, müdürler, yöneticiler olarak sınıflandırılmış. Görevlilerin yüzleri kapalı, özel bir maske takıyorlar. Kimlikler yok, isimler yok, yalnızca numaralar var. Çocukların oynadığı oyunları 456 katılımcıya oynatıyorlar. İlk oyun kırmızı-yeşil oyunu. Bu şekilde bir dizi oyun var. Oyunlarda kaybedenler görevlilerce öldürülüyor. Her ölüm ise hayatta kalanlar için para demek. Ölen sayısı arttıkça kazanılan ödül miktarı da artıyor. Bu dizide de kısıtlı yiyecek var. Ayrıca bu kurguyu yapan beyin takımı ise oldukça varlıklı ve bu oyunu bahis zinciri ile satıyorlar. Bahisçilerin yüzleri de maskeli ve her bir maske ise ifadesel. Tavşan, geyik gibi simgesel ifadeler var. Dizideki tüm üniformalar, maskeler mekanlar ve hatta sayılar ifadesel. 

    Her iki yapıtta da ortak şeyler var birileri istiyor, planlıyor, insanlar da mecburen yaşıyor. Kurgulanmış yaşamlar ve koşullanmış ölümler. Her iki yapımda da kurgunun sahibi olanlar için nezaket, saygı ve adalet vurguları özellikle öne çıkıyor. 

    Sentetik bir yaşam, yönetme güdüsü, yaşam değil, hayatta kalma çabası, kısıtlı kaynaklar, data haline gelmiş insanlar ve koşullu ölümler. Bu senaryoların anlatmak istedikleri aslında gerçek yaşamdaki mevcut şartlar değil mi? Para ve yiyeceğe ulaşmanın zorluğu, günden güne daha da zorlaşan koşullar ve bu koşulları kullanan diğerleri. İnsanı ürün olarak görmek ve nemalanmak... Örneğin her bir insanı 1 bite olarak tanımlamak ya da 1 piksel veya 1 cm... Ne dersiniz, bu otobüse hep birlikte binmiş olabilir miyiz?

    Etrafımızdaki iyi ve güzel bulduğumuz canlı ve doğal her şeye sarılmak ve sevmek için binlerce sebebimizin üstüne bir yenisini de ben eklemiş olayım. Zaman kaybetmeden sevmek ve sarılmak için... Kim bilir belki zaman çalınıyordur bizlerden?


    E.E

Yorumlar

  1. Yine harikalar yaratmışsın Evrimciğim. Kalemine sağlık

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim. Özürlerimi lütfen kabul edin, isim göremiyorum, bu sebeple hitap edemiyorum.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

YAŞASIN CUMHURİYET!

ÇAĞIRMA BENİ

TEK TEK UNUTMALI (podcast)