Öküzün Boynuzunda Dünya



Ve kaldırdı başını baktı, çevresindeki insanların dişi olanına.  Öyle demişti dün akşam ağabeyi.  "Bak oğlum biraz etrafına, gözün gönlün açılsın."

Hala kulağındaydı ağabeyinin sesi. Ağabey derdi ona, öz değillerdi lakin hayatına rehber etmişti onu. O ne derse doğru olur, neye onay vermezse bir günah taşırdı izin vermedikleri.  Öyle bilmişti,  küçükken ailesinin rızası ve teşvikiyle gönderildiği kursun kendine özgü kurallarındandı. Herkesin bir ağabeyi vardı,  onunki de Ali'ydi.

"Bak! Gözün gönlün açılsın" lafını daha önceden bilirdi elbette. Onun asıl şaşırdığı, büyüklere edildiğini bildiği bu lafın, kendisine sarf edilmesi idi. Büyümüşlüğüyle yüzleşmişti. Aslında onbir yaşında idi ve üç yıl evvel yine kursun düzenlediği toplu sünnet ile sünnet edilmişti.  Ailesi kursa çokça dua etmişti.  Bir kez daha ne kadar doğru bir yolda olduklarını konuşmuşlardı. Babası gurur duyardı bu kitleye dahil olmaktan. Oğlunu kursa yazdırınca da başka türlü organik bağ kurulmuş oldu tarikatla aralarında.  Karşılıklı menfaatler vardı bu ilişkide lakin seçtikleri nurlu yol aklardı bu ilişkinin menfaat kısmını.

Sünnete daha önce hiç görmediği yaşlı ve sakalları uzun insanlar gelmişti. Etraflarında onlardan daha genç erkekler vardı. Her birinin sarığı, cüppesi  aynı idi. En yaşlı olan adamın önünde bir kuyruk oluşmuştu. Babası dahil tüm erkekler sıraya girmiş,  eğilerek kuyrukta ilerliyor ve sırayla önce ellerini, sonra cüppesinin eteğini öpüyorlardı. Sünnet sırasında bile ağabeyi Ali onu bırakmamış, tam yanında durmuştu, ona güç olmuştu. Tüm agabeyler aynısını yapmışlardı diğer sünnet olan çocuklar için. Oysa onun istediği annesinin yanında olmasıydı.  Biraz da mızmızlanmıştı fakat ağabeyi,  hemen tepki göstermişti.  "Oğlum, erkek adamsın sen, ana kuzusu musun?" diye. Zor gelmişti önce, "büyümek zor" diye düşündü. Büyümek hislerden sıyrılmak, duyguları belli etmemek, sert olmak demekti. Öyle ya artık sünnetli bir erkekti o.

Gözleri annesini aradı çaktırmadan, karşıda, uzakta gördüğü  çarşaflı kadınlarının arasından onu seçmesi imkânsızdı.  En azından orada olduğuna emindi ve bununla yetinmek zorundaydı.

Bu sabah erken çıktı evden, sahile indi. Oturmaktan en keyif aldığı bank bu saatlerde kesin boş olacaktı, emindi.  Nitekim boş bulduğu ve en keyif aldığı banka oturmuştu.  Önce derin bir nefes ile sabahı içine doldurdu. En sevdiği saatler ve en sevdiği hava onunlaydı. Sabah namazını eda etmiş olmanın verdiği huzur ile baktı dünyaya. Ne çok insan vardı, hepsi birbirinden farklı idi. Ağabeyinin ve hocasının dediğine göre çoğu imansızdı, kafirdi, günahkardı. Bunları düşündükçe kendini daha bir ayrıcalıklı ve hafif hissetmişti. "Ohhh" dedi, omuzları gevşedi. Ağabeyinin dün akşam söylediği laf aklına geldi.  "Bak oğlum biraz etrafına, gözün gönlün açılsın." İnsanların dişisini seçti gözleri. Daha bir dikleşti oturduğu yerde ve aramaya başladı gözleri.

Üç kız gördü, uzaktaydılar. Birazdan önünden geçeceklerdi. Üçünün de ellerinde kitaplar vardı.  Daracık kot pantolonları ve vücut hatlarını belli eden tişörtleri onları nasılda günahkar yapıyordu. Saçları açık, akılları da beş karış havadaydı bu kızların. İçinde karşı koyamadığı bir ses, onlara bakması için sürekli benliğini dürtüyordu. Bu büyüdüğünün sünnetten  sonraki diğer ifadesi olacaktı. Erkek olmanın kuralları vardı.  Ayrıca Yaradan tüm kadınları erkekler için yaratmıştı.  Bir gün onun da bir helali olacaktı elbet fakat o vakte kadar kendi erkekliğini pekiştirmeliydi, ağabeyi öyle söylemişti.

Kızlar çok daha yakına gelmişlerdi. İçlerinden birisi bir şeyler anlatıyor, diğerleriyse kah şaşırıp, kah lafı sulandırarak ve birlikte kıkırdayarak yürümeye devam ediyorlardı.

Normal şartlarda bu kızlara abla derdi, yaşları itibariyle öyle olmasını uygun buluyordu yüreği.  Öyle uzun uzun da bakamazdı insanların yüzüne, hele de kızların. Göz göze gelmek ise hep kaçtığı bir durumdu. Annesiyle bile göz göze gelemez, kaçırırdı gözlerini. Ağabeyi de öyleydi.  O yapıyorsa vardır bir bildiği mutlaka, sorgulamadan yapmak lazımdı. Bu sessiz bir anlaşmaydı.

Bu kez çok zorluyordu kendini. Ne yapıp ne edip bu kızlara bakacaktı.  Dar pantolonları ile sergiledikleri tüm vücut detaylarına, açıkta kalan kollarına, makyajlı yüzlerine...
Hem büyüyecekti hem de Yaradan'ın ona sunduğu bu nimetleri değerlendirecekti belki de kirletecekti ruhunu. Aslında ağabeyinden aldığı bir gereklilikti, icazetti.  Heyecan onun bedenini saran bir kuşatma gibiydi. Onun için bu durum icazet ile birlikte, biraz da kendi çocukluğunu aşmak üzere çıktığı serüven dolu bir yolculuk ve dahası abdest bozan bir haldi. Bu kızlar günahkardı. Hemen eve gidip abdest almayı düşündü. Yaşının henüz onbir olduğunu unutarak. Hiç hatırlatılmamıştı ki çocuk oluşu ona. Oysa güzel bir çocuktu,  merhametliydi,  akıllıydı. Doğal bir empati yeteneği vardı. Hayalperestti. Bu yönleri belki de onu başarılı bir bilim insanı yapacaktı. Keşke insanları önce kafir, dindar; şeytan, melek sonra da, kadın, erkek; diye ayırmayı öğrenmeseydi aklı. Kirletilmeseydi bu güzel akıl ve ruh.  Bir hoca, eski zamanlardan bahsederken demişti ki; "dünya eskiden öküzün boynuzunda idi. O vakitler yoldan çıkmadıydı insanoğlu." Bizimki gülecek oldu önce, sağ tarafında ağabeyinin şiddetle dirseğini hissettiğinde dönmüştü ciddiyetine.  Ciddiyet bir maske idi, gizlerdi tüm akıldan geçenleri, mimikleri. Kendi doğallığından çekip alırdı ifadeyi, başkalaşırdı insan. Ruhuyla bedeni arasına bir soğukluk girer, tek vücutta olunamazdı.

Kızlar dört - beş adım kala, durmuş ve hararetli konuşmaları da doruğa çıkmıştı.  O an kalbi hızlandı,  kan basıncı arttı ve başını bir anda önüne indirivermişti. Öyle heyecanlıydı ki, kızların sohbetlerini bile anlamıyordu. Sanki algı sistemi çökmüş, kelimeler sadece sesler olarak uçuşup duruyordu atmosferde. Heyecandan yüzünün kızardığını hissediyordu.

Kızlardan birisi aniden yandaki boş bankı işaret ederek, "hadi takılalım şurda biraz" dedi. Tam yanındaki bankı eliyle işaret etmişti. Hızlı adımlarla banka yaklaştılar ve pat diye attı ikisi kendini banka. Bu hareket ile mis gibi bir parfüm kokusu tüm etrafını sarmıştı. Parfüm kokusu onun algılarını bir misli daha arttırmış, iyice odaklanmıştı yandaki banka. Kızlardan birisi oturmamış  ayakta devam etti şakalaşıp, sohbet etmeye.

Nasılda günahkardılar,  mahşer günü bunların yüzünden daha çabuk olacaktı. Allah ve kurallarından uzak, günah dolu bir hayat... Her biri bir şeytan gibi ya da günah girdabıydı. Bu girdap, yaklaşan herkesi içine alır,  yoldan çıkarırdı.  "Tövbe tövbe" dedi içinden.  Aynı ağabeyi gibi. Bir taraftan da göz ucuyla onlara bakmaya devam etti.

Hemen yanında oturan kızının elinde tuttuğu kitaplardan birisinin üstünde  "Kadının Adı Yok" yazıyordu. "Ne doğru" diye geçirdi içinden, hiç tanımadığı bu kitap için.  Niye olsundu ki kadının adı, onlar erkekler için yaşardı. Onların görevleri vardı ve yaşadıkları sürece erkeklerin soyadını devam ettirmek en asli görevlerinin başında geliyordu. Kendisinin de Allah’ın taktir ettiği kadar çocuğu olacaktı.

Ayakta duran kız, önlerindeki, sesi dalga dalga yayılan simitçiye dönüp,  ani bir hamle ile dört adet simit alıvermişti.  Simitçiye iyi günler dileyerek,  banka geri döndü. Büyük bir öfke sardı bedenini, kulağında çınlayan o anlamsız söz ile. İyi günler... Arapçada bir dünya güzel söz vardı,  iyi günler de neydi? Bu kızlar örf adet bilmez, gavurlar mıydı? O esnada önünde bir gölge belirdi. Burnuna sokulmuş bir simit ile önünde duran kız,  "sana aldım bunu, afiyet olsun" diyordu. Şaşıp kalmıştı, nutku tutuldu, ne diyeceğini bilemedi. Kızın eline takıldı gözü,  bir dövme vardı işaret parmağının üstünde,  bir dünya da bileklik. Hepsi birbirine karışmıştı.  Bu kız şeytanın ta kendisi olmalıydı.  O simiti yememeliydi. Hayır anlamında kafasını iki yana salladı,  hiç göz teması kurmadan ve başını kaldırmadan.  Ağabeyi olsa onun yerine cevap verirdi, o ne diyecekti ki?  Zaten okuyacağı kitapları da ona ağabeyi seçerdi. Bazı geceler onu zikir için götürür ve büyükleri dinlerler,  sohbete katılırlar, dua ederler ve zikir çekerlerdi. Orada olmak kolaydı. Ağabeyi onu yönlendirirdi. O ne yaparsa o da yapar, olur biterdi. Karmaşık değildi,  rehberi vardı. Şimdi yalnızdı ve savunmasızdı.  Kız ısrar etti, "lütfen kırma beni al, benim de senin yaşında  erkek kardeşim var ve biz birlikte simit yemeye bayılırız.  Sen de katıl bize" dedi. Neler duyuyordu?  Şeytan onu çağırıyordu.  "Yok sağ ol tokum ben" deyivermişti bir çırpıda. Sırtından ter süzülüyordu. Kız dayanamayıp, elini kavradı ve açtığı avucuna simidi koyuvermişti. "Hadi bakalım ye onu, kırma ablanı" dedi.  Peki ne yapacaktı şimdi?  Elindeki nimetti,  atıp kaçamazdı ya, dondu kaldı öylece. Kız uzaklaştı yanından, ona bir simit ve kulağına takılacak bir kelime bırakarak. "Abla!" Onun bir ablası yoktu. Olsa güzel olur muydu? Belki onlar da simit yerlerdi birlikte. Başını hafif  çevirip ona baktı, sonra elindeki simide.  Onun için ve onun vücudu için düşündüğü şeyler geldi aklına, utandı.  Bu abla kötü biri değil galiba diye düşündü. Yüreğinin bir köşesi sevmişti onu. Simidi yemeye karar verdi, döndü ve teşekkür etti. Simidi yerken onların konuşmalarını dinledi. Dinledi, düşündü, dinledi.

Simitten aldığı her lokmanın tadı damağına yayılırken, o günah dolu el ile tutulduğunu düşündü. Lokmalar ağzında büyüdü. O nimetti ve Allah'ın lütfu idi. Ona günah bulaşmazdı. Ya haramsa yaptığı? Beyni bir fırtınada can çekişiyordu.  Keşke ağabeyi burada olsaydı.  Bu fırtınada kalbinde bir pencere aralanmış ve oradan ışık sızıyordu. Hiç tanımadığı birine, üstelik bir kıza sevgi duymuştu yüreği, gerçekten "abla" demek istiyordu.

Kalbi onu sevmişti. Kadına karı diyen, kadını mal gibi, eşya gibi gören, kendi dünyalarının hizmetçisi sayan, cennetin ödülü hurileri ödül belleyen zihniyetin zehirlediği bir ufak insanoğluydu o. Sevgiyle yüreğini ısıttığı, sıcak samimi bir ifadenin aklını araladığı küçük bir insan. Henüz on bir yıllık yaşamında okuyacağı kitabı seçme hakkından bile mahrum kalmış, oyunları zikir sanan, atanmış Ağabey himayesinde bir çocuk.  İman ve Allah'ın adını kullanarak onlarca günahına girilmiş,  en önemlisi ise, düşünme hürriyeti elinden alınmış, düşünmenin bile günah sayıldığı bir şebekenin eline düşmüş bir ufak yürek.

Sevgi bozacak mi bu oyunu? Sevgi sahip çıkacak mı? Ucu dünya varlıklarına,  servete dayanan güdümlü yazılımın sahipleri ve örgütlerinden koruyacak mıyız çocukları? Sadece severek! Bir simit her çocuğa yetecek mi, düşünebilmeleri için! Ağabey dese de kendinden sadece bir kaç yaş büyük diğer çocuklara da uzanacak mı ellerimiz? "Kadının Adı Yok" yazan kitabın gerçek öyküsünü bilecek, anlayacaklar mı? Bir ezberi bozar mı sevgi? Sevginin gücü diğer kötü, kör zihniyete üstün gelir mi? Bir simit yeter mi bu kara dünyadan çocukları kurtarmaya? Dinin alet edilmesinin hiç bir vicdan yükünü taşımayan bu tip insanlardan yine dini anlatarak ve sevgiyle koruyabilecek miyiz onları? Korkutarak değil, sadece sevgiyle yapabilecek miyiz? Onlara temiz yüreklerini teslim edebilecek miyiz?

Bir pencere açılmıştı karanlık bulutların arasından.  Işık hafif de olsa sızıyordu o pencereden. Sarı, ılık ışık. Siyah bulutlar kükredi, "kapat o pencereyi" dediler. Oysa bu görüntüde en güzel şeydi o pencere. Yürek temizliğinden gelen hiçbir hissin şekli, şemali yoktu, olmamalıydı. Yüce Rab'bini de görmüyordu ama cok seviyordu. Güzel olanın illa ki görüntüye ihtiyacı yoktu. Yeter ki yüreğe dokunsundu, her an ve her hücreyle hissedilirdi zaten. Kapansın istemiyordu penceresi. Düşündü çocuk, neden kızmışlardı ufak bir pencere için, "aydınlık tehlikeli miydi?"


Hikayede yer alan kişiler, isimler ve olaylar gerçek kişiler, isimler ve yaşanmışlıkları yansıtmamaktadır, kurgudur.

E.E



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

YAŞASIN CUMHURİYET!

ÇAĞIRMA BENİ

TEK TEK UNUTMALI (podcast)