KURT KAPANI


 

Bir memleket düşünün 11 yıldır savaşta! Tam 11 yıldır acılar çekmiş, işgal altında, canından can gitmiş, maddi kaynakları tükenmiş, orduları ve mühimmatı azalmış ve Anadolu’su, saray tarafından unutulmuş bir millet.

Şimdi, bilen bilmeyen, okuyan okumayan, duyan duymayan, dost ve düşman kim varsa iyice kazınsın ki aklına 100. Yılını kutlayacağımız 30 Ağustos şanlı zaferi, şehir şehir, köy köy, hane hane, insan insan nice hikayeler barındırır. Bilinsin ki, şerefle, kanla, akılla, sevgiyle ve inançla düşmandan temizlenmiş bu topraklar öyle, birkaç pula değişilecek, zorda kalınca terk edilecek, devşirme kültürlere teslim edilecek topraklar değildir. Bu topraklar, analarımızın ak sütü kadar helal, yüzyıl ne ki, bin yıl geçse de unutulmayacak bir mücadelenin topraklarıdır. Bu topraklar, Türk’ün mührü, vicdanıdır, vatandır vatan!

Kurtuluş mücadelesinin, her ülkenin savaşından ayrı ve özel olan durumu vardır. Bu özel hal ise işgal altındaki memleketin halkının iradesi ve azmi ile düşmandan temizlenmesidir. Padişahlık rejiminin fiilen devamına karşın, başkaldırmış bir milletin mücadelesidir. Erkeği, kadını, genci, yaşlısı ve hastası, dirisi ile şahlanan Anadolu hikayesidir.

Bilecik istasyonundan tren hareket etmek üzereydi. 32 vagon sıralanmış, Mehmetçiği alıp cepheye götürecekti. Katarın tam karşısında dimdik duran birisi vardı. Teğmen Abdulkadir Kemal, kim olduğunu merak edip, ona doğru ilerledi. Onun bir nöbetçi olduğunu düşünmüştü. Yaklaştığında gördü ki, elinde bir torba ile oğlunu cepheye uğurlayan bir anaydı o. Vagonların hareket etmesine birkaç dakika kalmıştı. Teğmen Abdülkadir Bey, vedalaşan ana oğula yakın bir yerdeydi ve işitecekleri ona, savaş boyunca, cebindeki mermi kadar güç verecekti. Öylece durdu ve vedalaşmalarını izledi. Hüseyin, acılarını sessizliğiyle dağlamış anacığının saygıyla elini öptü. Anası, canının parçasına sarıldı, derin bir nefesle kokusunu içine çekti. Sonra oğlunun omuzlarını elleriyle kavradı, tam karşında hizalandı ve gözlerinin içine bakarak dedi ki:

Hüseyin, dayın Şıpka’da, baban, Dömeke’de, iki ağan geçen bahar Çanakkale’de şehit düştüler, son dayanağım sensin. Minareden ezan sesleri kesilecekse, köyüm, vatanım Yunan eline düşecekse, şehitlerim beni lanetleyecekse, sütüm sana haram olsun. Öl de köye dönme! Hadi oğul, Allah yolunu açık etsin, yüzünü ak etsin.

Hüseyin bu sözleri kalbine yazdı, omuzlarına büyük mesuliyet aldı, tıpkı Teğmen Abdülkadir Bey gibi. Anasıyla son bir defa bakıştılar ve ayrıldı elleri. Teğmen, cefakar Türk anasının karşısında donup kalmıştı. Hüseyin Teğmeni selamlayıp, sert bir dönüşle trene yönelince irkildi teğmen. Eri selamladıktan sonra, koca yürekli ananın yanına gitti ve içinden akan bir saygıyla, eğilip ellerini öptü. Anadolu ne demekti? İşte Anadolu buydu! Kendisi için de dua isteyerek vedalaştı ve ayrıldı, dağ gibi duran Türk anasının yanından. 

Bu inançla yola revan olmuş bir milletin evlatları savaş için yapılan hazırlıkta yerlerini bir bir aldılar. Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’dan aldığı bu güç ile askeri dehasını birleştirerek Sakarya’dan çıkan yorgun orduyu tekrar şekillendirecek ve Bursa, Eskişehir, Afyon hattında mevzilendirecekti.

İngilizler bu savaşta Yunan ordularını piyon olarak gören, asıl payı almaya çalışan güçlerin başındaydı. Sakarya Meydan Muharebesi uzun sürmüştü. Bundan güç alarak, İngilizler, “ Türkler Anadolu’daki savunma hattını 6 ayda geçerlerse 6 günde geçmiş sayabilirler” diyorlardı. Onlar da biliyordu ki, ordu yorgun, kaynaklar tükenme noktasındaydı. Fakat bilmedikleri bir şey vardı ki, o da Bilecik tren istasyonunda olduğu gibi, bu milletin her ne pahasına olursa olsun düşmandan kurtulma isteği idi. Yunan başkomutanı İzmir’deki bir gemiden savaşı kumanda ederken, Başkomutan Mustafa Kemal, cephede, ön safta ve azmin beşiğindeydi. Durum, kemikten et sıyırma haliydi ve tek bir şans vardı. O da risklerle dolu “Kurt Kapanı” harekatı idi.

Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa ve Fevzi Paşa’nın günlerce istişare ettiği Kurt Kapanı planı, evet çok sayıda risk taşıyordu. Fakat Atatürk, uzun yıllarını cephelerde geçirmiş bir komutan ve Samsun’dan yani 1919 Mayıs’ın 19’undan beri, Anadolu’da birebir soluduğu halkın psikolojisine hakimiyeti ile tek şansın, var güçle yapılacak akıllıca saldırı harekatı olacağından emindi. Kaldı ki, Sakarya Meydan Muharebesi’nin ateşi de geçirilecek uzun zamanla, etkisini yitirmemeliydi, buna hacet yoktu. 26 Ağustos günü Kurt Kapanı harekatının ilk adımı atılacaktı.

Bu esnada Meclis, Atatürk’e daha erken tarihlerdeki savaş için baskı yapıyor, bazı etkinlikleri anlamsız buluyor ve öfkeleniyorlardı. Çünkü meclisin dahi Kurt Kapanı Harekatından haberi yoktu. Mustafa Kemal, 27 Temmuz’da futbol maçı düzenlenliyor ve Ağustos ortalarında çay partisi için gazetelere ilan veriyordu. Tüm bunlar 26 Ağustos günü yapılacak askeri hücum emrini gizleyecek kasıtlı planlardı. Bu etkinlikler Yunan ordusunun kafasını karıştırıyor, harekatın zamanını ve mahiyetini saklıyordu.

Sakarya’dan sonra Türk ordusu, Yunan ordusu ile zar zor denk hale gelmişti. Halkın, sinesinden yarattığı ordusuna verebileceği bu kadardı. Mustafa Kemal Paşa’nın ise Kurt Kapanı ile iki hedefi vardı. Düşmanı ummadığı bir zaman ve mevkiden vurup, kapana sıkışmasını sağlamak ve tarumar etmek. Diğer hedef ise, kapan sayesinde dağılacak düşman birliklerinin geride bıraktığı cephane ve teçhizattan faydalanmak idi. Böylece eksik cephane tamamlanırdı. Fakat bu planda oluşabilecek en ufak aksaklık, topyekun savaşı kaybetmek ve Anadolu’nun Türkler ’den çıkması demekti.

İlan edilen çay partisi sırasında Konya’ya ulaşan Paşa, telgraf ve posta teşkilatını kontrol altına aldı ve harekatın sızdırılmasını engelledi. Tekrar yola revan olan Mustafa Kemal Paşa, gece boyu yol almış, Afyon’a operasyonu başlatmak üzere ulaşmıştı. Kurt Kapanı planı ters köşe bir plandı. Hatta tecrübesiyle sabit, Harbiye eski stratejisti Yakup Şevki Paşa, plana itiraz etmişti. Nitekim Kurt Kapanının gerçekleşebilmesi için, ordunun büyük kısmının harekattan hemen önce, gece boyunca, kuzeyden güneye aktarılması gerekiyordu ve ayrıca cephane bittiği an, tüfeğe karşı kılıç ve süngüyle savaşmak da demekti.  Çünkü cephane ikmali mümkün olmayacaktı. Yakup Paşa, “Bizi asarlar” dediğinde Mustafa Kemal Paşa, “Merak etmeyin Paşam, sorumluluk bende, kaybedersek beni asarsınız” demişti. Yakup Paşa’nın hakkı vardı fakat Mustafa Kemal Paşa Sakarya Meydan Muharebesi sonrasında halkın ve ordunun, onca tükenmişliğe rağmen bir daha bu moralde olamayacağını biliyordu. Ya hepti, ya da hiç!

Yunan komutanı Trikupis şunu biliyordu, savaş Afyon’da başlayacaktı ama nerede? Bu sebeple Bursa’dan başlayan düşman hattı Afyonu’da içine alacak şekilde güneye doğru konuşlanmıştı. Kaldı ki, onlar için de Kütahya demir yolu ve İzmir bağlantısı stratejik olarak önemliydi. Evet, savaş Afyon’da başladı fakat tahmin etmedikleri bir zamanda ve tahmin etmedikleri bir noktadan, Türk birliklerinin zayıf olduğu, dağlık bir bölgeden, Kocatepe’den. Gece boyu, Kuzeydeki birliklerin büyük bir sessizlik içerisinde topuyla, tüfeğiyle, kağnısıyla ve yüreğiyle geldiği Garp cephesi Türk milletinin kaderini değiştiren cephe olmuştur.

Bu büyük askeri deha, Mustafa Kemal, Fevzi Çakmak, İsmet İnönü Paşalar önde olmak üzere, iyi eğitimli vatansever diğer paşaların sessizce planladıkları ve bizzat cephede bulunarak, yönettikleri devasa bir plandır. 26 Ağustos sabaha karşı, yoğun sis yüzünden ordunun sessiz sedasız mevzilendiği tepeden düşman hatları görünmez olmuştur. Başkomutan Mustafa Kemal, Kocatepe’de düşünmektedir. Gün tamamen aydınlandığında ise, sisin aniden dağılmasıyla, tüm gece sevk edilen ordu açığa çıkacak ve tüm plan bozulacaktır. Sisin, dağılması uzun sürmemiş ve öncelikle topçu birlikler düşmanın ön mevzilerini yarım saat boyunca top ateşine tutmuşladır. Böylece düşman ilk önemli hasarını almıştır.  26 Ağustos’ta başlayan kanlı mücadele, 30 Ağustos Dumlupınar Meydan Savaşı ile devam eder. 30 Ağustos günü savaşın en kanlı günü olarak geçer. Aslında savaşı nihai sonuca ulaştıran gün, 30 Ağustos günüdür.  Düşmanı durmaksızın püskürtmenin önemini bilen Atatürk, tarihe geçen o müthiş emri işte burada vermiştir. “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz, ileri!” Ta ki düşman İzmir’e sürülünceye kadar, durmaksızın ilerler Mehmetçik.  Süvariler İzmir’e ulaştıklarında İzmir yanıyordur. Yunan birlikleri kaçarken, arkada bıraktıkları her şeyi yakıp, yıkarak gitmişlerdir. Nihayetinde, Ege Denizi’nde son bulan bu onurlu mücadele, Türk Ulusunun sadece Yunan’a değil, tüm Dünyaya gösterdiği bölünmez bütünlüğünün ispatıdır.

Büyük zaferin hemen ertesi günü… Savaş meydanı kilometrelerce kana bulanmış, düşen vücutların ağırlığı yürekleri dağlıyor. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Berberçam Bölgesi’nde muharebe alanını gezmektedir. Uzakta bir sancak ilişir gözlerine, dimdik, mağrur, nazlı nazlı dalgalanır. Yanına vardıklarında, gördükleri manzara ise yürekleri burkar. Şarapnel parçalarıyla vurulmuş, dökülen toprakla yarı beline kadar gömülmüş şehidin, kaskatı olmuş eli, o dimdik sancağı tutmaktadır. Atatürk, gördükleri karşısında çok etkilenir ve şehit Mehmetçiğin kimlik tespitini ister. Fakat künyesi bile bulunamamıştır Mehmetçiğin. İşte bu yüzden, Mustafa Kemal Paşa burada bir anıt yaptırır ve adına da “Şehit Sancaktar Mehmetçik Anıtı” denmesini ister. Yine bir 30 Ağustos günü 1924 yılında, anıtın temelini kendisi atar. 1927 yılında da törenle açılır.

Mustafa Kemal Paşa komutasındaki büyük Türk Ordusu’nun bu şanlı zaferi daha nice hikayelerle doludur. Anadolu demek, Atatürk demektir; Atatürk demekse, her birimizin yolu, geçmişi ve geleceğidir.

Yunan Komutanı Trikupis, yıllar sonra Atina’daki evinde Hıfzı Topuz’a verdiği röportajda, 84 yaşında iken şunları söyleyecektir: 

54 yıl önce İstanbul’dan geçmiştim. Çok güzel bir şehirdir. Hey gidi günler hey! Ben de o sıralar 30 yaşında idim. Şimdi düşünüyorum da, bizim Anadolu’da işimiz neydi?  Bizim menfaatimiz Balkanlar’da, Makedonya’da, Adalar’da olabilir ama Anadolu’dan bize ne? Ne diye bizi oralara gönderdiler? Aradan bunca yıl geçince, insan, maziyi çok daha iyi görebiliyor, çok daha sağlam hükümlere varabiliyor. Şimdi artık itiraf etmekten çekinmiyorum. Bizim Anadolu’dan hiçbir menfaatimiz yoktu. Biz, yabancı devletlere alet olduk. Sizden de bizden de onca insan öldü. Sonunda ne oldu? İşte bugün kardeşiz, hataydı Anadolu harekatı, hem de muazzam bir hata! Ben dört defa Türklerle Anadolu’da savaştım. I. İnönü, II.İnönü, Sakarya ve Afyon’da. Öncelikle İnönü harbinde İsmet Paşa’nın askerlik kabiliyeti ile tanışmış olduk.  Akabinde, II.İnönü ve Sakarya ve nihayetinde Afyon’da esir düştüm. Mustafa Kemal Paşa ile o zaman tanıştım.

Çok büyük bir kuvvetle kurduğumuz hattın, aşılamayacağına emindik. 26 Ağustos sabahı başlayan Türk taarruzu ile ordumuz dağıldı ve İzmir’den takviye gönderilemedi. Oysa karşımızda Mustafa Kemal vardı. Asker ve halk savaştan bıkmıştı. İnanmadıkları bu savaşta dirayetle savaşmak zordu. Bu sebeple askeri, birlik içinde tutmak güçtü ki, bu savaşın en büyük handikaplarından birisi buydu.  Her tarafımız Türklerle çevrilmişti. Esir olacağımızı anlamıştık.  Atım vurulmuştu ve başka bir ata binerek, kıstırıldığımız Türk birlikleri arasından kaçmaya çalıştım. Bizde, kılıcın düşman eline geçmesi bir asker için onursuzluktur, bu sebeple yaverim, kılıçlarımızı parçalayarak, imha etti. Fakat bindiğim atın üzerindeki kılıcı, esir düştüğümde benim sanarak, Türk birlikleri, müsadere ettiler. Bizde kılıçlar, atın eyerine bağlıdır.

Beni önce İsmet Paşa’nın yanına götürdüler, akabinde de Mustafa Kemal Paşa’nın bulunduğu yere götürüldüm. Atatürk beni, mert bir askere yaraşır biçimde kabul etti. Teessür ve heyecan içerisindeydim. İnönü, beni kendisine takdim etti. Gazi’nin bu esnadaki sözlerini hiç unutmadım. “Üzülmeyin General” dedi. “Siz vazifenizi sonuna kadar yaptınız, askerlikte mağlup olmak da vardır. Napolyon’da vaktiyle esir olmuştu. Burada misafirimizsiniz.” Atatürk’ün bu ince ve nazik muamelesi karşısında içimde büyük bir saygı ve hayranlık hissetmeye başladım. Daha sonra, Kayseri’nin Talas Bölgesinde kurulan bir esir kampına sevk edildim. Bir yıl kadar bu kampta bulundum. Mübadele döneminde de, ülkeme döndüm ve yargılandım.  

Hakikat…                                                                                                                                             Her savaşta görünen iki cephe olsa da, gizli cepheler mutlaka vardır. Hakikati anlamak, büyük resme bakabilmekten geçer, hangi tarafta olursanız olun; tıpkı Yunan Komutanı Trikupis gibi. Gerçekleri çarpıtmak isteyenler ise er geç yüzleşir hakikatle, tıpkı bir yıl sonra olacağı gibi. 1923 yılı, yer Lozan, İngilizler İsmet İnönü’ye, “Unutmayınız ki, Türkler Yunan Ordusu’nu yenmiştir” diyerek, kendilerini hezimetin dışında tutma gayretine girerler. Fakat İsmet İnönü, çok net bir şekilde “Hayır!” diyerek gereken cevabı da akabinde vermiştir. Bu diyaloğun Lozan’da olması ise niyetler bakımından son derece önemlidir elbette.

Bazı insanlar, ölümlü bedenleri nihayete erse bile, yok olmazlar. Hatta kimileri onu yok etmeye çalıştıkça, o, daha da büyür. Çünkü bu insanların çok az ölümlüye nasip olan tarafları vardır ki, ayinesi işidir, yüce gönlüdür, samimiyetidir, gerçekliğidir, zekasıdır; tıpkı Mustafa Kemal Atatürk gibi. Dalga dalga yayılan büyük sevgi selidir o. İhanetsiz, yalansız, hilesiz, kibirsiz, çıkarsız; saygılı, sevgi dolu, onurlu, akılcı, nazik, çalışkan, medeni, dünyanın sevgisini kazanmış ve liderlerin örnek aldığı liderimiz!

Kurtuluşumuzu armağan eden, bayrağımızın şanla dalgalanmasını sağlayan, vatanı vatan yapan Mustafa Kemal Atatürk, silah arkadaşları ve şehitlerimizi rahmetle anıyor ve şükranlarımızı sunuyorum. 

Saygı ve minnetle…

E.E

Yorumlar

  1. Merhaba Evrim hn.mükemmel bir anlatımla kaleme almışsınız.Tebrikler,başarılarınız daim olsun Zafer bayramımız kutlu olsun.Saygılar.🇹🇷👏🙏💙🇹🇷

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. O mükemmellik, tüm bu olağanüstü hikayenenin kahramanlarına ait. Çok teşekkür ederim.
      Zafer Bayramınızı kutlarım.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR MECZUP (podcast)

TEK TEK UNUTMALI (podcast)

HOŞÇA KAL (podcast)